MİTOLOJİ
Hikâyemiz hem erkek hem dişi olarak yaşamış yegâne kişi olan Tiresias ile başlıyor. Zeus ve Hera, cinsel eylemden kadının mı yoksa erkeğin mi daha çok zevk aldığına dair yaptıkları tartışmada birbirlerini ikna edemeyince bunu bilebilecek tek kişi olan Tiresias’ın hakemliğine başvururlar. Tiresias’ın tercihi kadınlardan yana olur. (Ancak, mitin bazı versiyonlarında Tiresias diplomatik biçimde, kadınların zevki on kat daha şiddetli hissettiklerini, erkeklerin ise on kat daha sık yaşadıklarını belirtir.) Bu yanıt üzerine son derece öfkelenen Zeus, Tiresias’ı kör eder, ancak Hera, bu cezayı telâfi etmek için Tiresias’ın gönülgözünü açar ve ona kehânet becerisi bahşeder.
*
Narkisos, annesi Liriope’nin ırmak-tanrısı Sefisus’un tecavüzüne uğramasının ardından doğar. Doğumundan itibaren müstesna bir güzelliğe sahiptir; bu öylesine bir güzelliktir ki, haset dolu dedikoducular Tiresias’a gelip, böyle güzel bir yaratığın uzun bir süre yaşayıp yaşayamayacağını sorarlar. Tiresias gizemli bir yanıt verir: “Uzun yaşayabilir, kendini tanımazsa şayet!”.
*
Bir süredir, Hera kocası Zeus’un su perilerinden biriyle düşüp kalktığından kuşkulanıyordu. Zeus’un sevgilisinin hangi peri olduğunu bilmeyen Hera, bunu öğrenmek için bir gün korulara indi. Hera’nın geldiğini sezen perilerin hepsi kaçıştı; bir tek Eko kaldı ortada. Hera, “Zeus’un sevgilisi olsa olsa bu peridir.” diye düşündü ve onu cezalandırdı. Eko artık konuşamayacak, kendinden önce kim konuştuysa onun son kelimesini tekrarlayacaktı ancak.
*
Narkisos büyümüş; yakışıklı, herkesi kendine âşık eden, yürekler yakan bir delikanlı olup çıkmıştı. Narkisos’a âşık olan Eko hep onun peşinde dolaşıyor ama ağzını açıp da tek bir kelime söyleyemiyordu. Bir gün eline bir fırsat geçti. Narkisos arkadaşlarına “Kimse var mı burada?” diye seslendiğinde son kelimeyi sevinçle tekrarladı: “Burada, burada”. Ağaçların arkasında duruyordu. Narkisos göremedi onu. “Gel” diye bağırdı. Eko “Gel” dedi ve kollarını açarak ağaçların arasından çıktı. Periyi görünce pek şaşırdı Narkisos, “Bana dokunmana izin vermektense ölürüm daha iyi” dedi ve kaçıp gitti. Bu kırdığı ilk kalp değildi Narkisos’un, daha evvel de ona âşık pek çok periyi reddetmişti. Bunun üzerine beddua ettiler periler ve yakararak tanrılara, Narkisos’un cezalandırılmasını istediler:
Narkisos da düşsün aşka
Ve acı çeksin, aynı bize çektirdiği gibi
O da, bizim gibi, âşık olsun
Ve görsün umutsuzluğu
Yakarışları duyan yüce Tanrılar “Başkalarını sevmeyen kendini sevsin!” dediler ve katı yürekli delikanlının cezalandırılması işini adı “Haklı Öfke” anlamına gelen Tanrıça Nemesis’e bıraktılar. Nemesis’in görevini yerine getirmesi uzun sürmedi. Avdan dönen Narkisos susayıp da duru bir pınara eğilince suda kendi yüzünü gördü. Neden sonra, yansımanın kendine ait olduğunu fark etti ve “Başkaları benim yüzümden ne acılar çekmiş; şimdi anlıyorum” dedi. “Kendime olan sevgimle yanıyorum ben. Suda yansıyan bu güzelliğe nasıl kavuşabilirim? O güzellikten vazgeçemem de. Artık yalnız ölüm kurtarır beni.”
Anlıyorum o benim, aldatmıyor beni artık hayalim
Tutuşturan da ben, tutuşan da, kendime olan sevgimle yanıyorum
Ne yapayım? İsteneyim mi, isteyeyim mi? İstenecek ne kaldı artık?
Beni yoksul ediyor varlığım; arzuladığım benliğimle
Ayrılabilsem vücudumdan; garip bir dilek seven için ama
Sevdiğim uzak olsa keşke!
Kemirsin artık gücümü acı; geldi son günleri ömrümün
Göçüyorum hayatımın baharında
Ölüm zor gelmeyecek bana, dinecekse acılarım
Sevdiğim daha uzun ömürlü olsun dilerdim
Ve şimdi can verelim, ikimiz de bir solukta
Böylece, su kıyısında eriyip gitti Narkisos. Canı Ölüler Irmağı’nı geçerken suya eğildi ve son bir kez baktı o güzel yüzüne. Su perileri, gömmek için boşa aradılar Narkisos’un ölü gövdesini. Ancak, eridiği yerde güzel, yepyeni bir çiçek açmıştı. Sevdiklerinin adıyla adlandırdılar onu, Narkisos (nergis) dediler.
Can çıkar huy çıkmaz, derler. Söylendiğine göre, Narkisos, şimdi de Ölüler Ülkesi’ndeki Stiks sularına bakıp kendi görüntüsünü seyredermiş. Eko’ya gelince… Narkisos onu reddettiğinden beri derin ve karanlık mağaralara ve ıssız koyaklara çekilmiştir. Tek başına yaşar dağlarda ve kim yüksek sesle bir şey söylese, son kelimeyi tekrarlar hâlâ (Hughes, 1997; Hamilton, 1996; Estin & Laporte, 2002).
NARSİSİZM SORUNSALININ KÖKENİ
İnsanoğlu diğer hayvanlarla benzer içgüdülere (beslenme, savaş-kaç, üreme, vb.) sahip olmasına rağmen, benzersiz evrimsel geçmişi dolayısıyla, söz konusu içgüdüleri tatmine taşıyacak yeterlilikte beceri ve donanımdan, genetik olarak belirlenmiş, bedene içkin “organik ego[†]”dan yoksundur. İçgüdüleri nötralize edecek yetkinlikte organik egonun yokluğu sonucu gelişen acizlik nedeniyle içgüdüsel uyaranların nöral düzeyde kronik biçimde frustrasyona[‡] uğraması, bedeniyle kendini özdeşleştiren benliği[§] -[“Ego her şeyden önce beden-egodur” demişti Freud (1923)]- kronik bir yetersizlik hissiyle sakatlar. Narsisistik sorunsal esas itibarıyla işte bu acizlik ve yetersizlikten türer.
Psikanalizin kurucu ismi Sigmund Freud (1996), narsisizmi “egonun[**] libidinal yatırıma uğraması” olarak tanımlamıştı. O hâlde öncelikle yaşam dürtüsünün enerjisi olarak bildiğimiz libidonun niteliğine ve libidinal yatırım davranışına bir göz atalım. Libido doğası gereği benliği tatmine ve dolayısıyla hazza taşıyacak (içsel ve/veya dışsal) nesnelere[††] bağlanma eğilimindedir. Söz konusu bağlanma fenomenolojik planda ilgili nesneye yönelik sevgi, tutku, güven ve memnuniyet gibi duygularla kendini belli eder. Narsisizm söz konusu olduğunda özellikle vurgulamak gerekir ki, bu nesne benliğin bizatihi kendisi de olabilir, zira libidonun kaynaklandığı “id”[‡‡] açısından yatırımın hedefi olarak benliğin diğer nesnelerden herhangi bir farkı yoktur. Dolayısıyla, libidonun benliğe yönelik narsisistik yatırımı duygusal planda benlik değeri, özsevgi, özgüven ve kendinden memnuniyet olarak deneyimlenecektir.
İnsani ego, içgüdüleri tatmine taşıyacak yapısal yeterlilikte olmadığı içindir ki benliğe yönelik narsisistik yatırım mutlak olmayacak, libido benlikten ziyade, nesne ilişkilerini oluşturacak biçimde, güç ve yeterlilik atfettiği nesnelere yönelecektir. Nitekim libidonun temel davranışını incelediğimizde benliği tatmine taşıyacak nesne olarak benlikten ziyade nesneleri tercih ettiğini gözleriz. Bir başka deyişle, sevilen, saygı duyulan, beğenilen, hayran olunan, özenilen, onun gibi olunmak istenen çoğu kez hep bir başkasıdır.
Dikkat edilirse ileri sürdüğüm bu ruhsal şemada benliğin yetersizliği ve/veya eksikliğine işaret eden narsisistik sorunsal dışsal bir ötekinin müdahalesinden, travmatik ihmali ve/veya ihlalinden, kişilerarası ilişkilerde geçen gerçek bir yaşantıdan kaynaklanmaz. Daha ziyade egonun içgüdüsel uyaranlar karşısındaki içsel çaresizliğinden kökenlenen ilişki-dışı diyebileceğimiz ontolojik bir yetersizliktir söz konusu olan. Dışsal nesnelerle (insanlarla) ilişki bu ontolojik yetersizliğin gölgesi altında başlayacak; olumlu yaşantılar benlikteki bu yetersizliği hafifletirken olumsuz yaşantılar pekiştirip derinleştirecektir. Bu açıdan ele alındığında, psiko-antropolojik bir fenomen olarak tanımlayacağım narsisizm, son tahlilde, insanı insan yapan koşullar ve imkânlarla ilişkilidir ve insani egonun ontolojik yetersizliğinden türer.
Egonun ontolojik yetersizliği salt libidinal yatırımda eksiklikle sonuçlanmaz; benlik egonun yetersizliği ölçüsünde agresif yatırımın da hedefi hâline gelir. Egonun içgüdüleri nötralize etmekteki zafiyeti benliğin kendinden daima -en hafifiyle bir parça- nefret etmesine, ne yapsa gideremediği bir hoşnutsuzluk duymasına neden olur. İnsanoğlunun kökensel yetersizlik ve acizlik dolayısıyla kendine yönelik agresyonu, kendinden ve varoluşundan duyduğu kronik ve kökensel hoşnutsuzluk dışarıya yansıtıldığında nesneye yönelik agresyona dönüşür. İçsel acizlik ve hoşnutsuzluktan dışsal nesneyi sorumlu tutmak ve agresyonu ona yansıtmak suretiyle, benlik, aslına bakılırsa, kendi acizliğini ve yetersizliğini gerekçelendirirken örtbas da etmiş olur.
Tüm bu saptamalardan hareketle, eğer benlik yalnızca kendini tatmine taşıyan nesneyi sevebiliyorsa (Freud, 1915) ve eğer narsisizm benliğin libidinal yatırıma uğramasının sonucu olarak insanın kendinden memnuniyeti, kendini sevmesi ile ilişkiliyse, o hâlde insan en temelde kendinden memnun değildir; kendinden ziyade nesnesini sever. Ancak öte yandan nesneye bağımlı olmanın frustrasyona açık doğası gereği kendine yetebilmek, kendi gereksinimlerini tatmine taşıyacak yeterliliğe sahip bir egoya da sahip olmak ister.
Narsisistik psikopatolojide en belirgin hâliyle ortaya çıkan yetersizlik, değersizlik ve yabancılık hislerinin ve tüm bu hislerden kurtulmak üzere kullanılan büyüklenmeci, şişinmeci, kibirli ve güç odaklı savunmaların kökeninde, türümüzün bu dünyadaki varoluşsal yabancılığı ve yetersizliği yatar aslında. Bu nedenledir ki, narsisizm, yalnızca, bazılarımızın kendi özel tarihlerinin arızi sonucu olarak yaşadığı şahsi bir mesele değil, türümüzün ortak meselesidir. Varoluşumuzun kalbindeki bu temel arıza ile kendi bireysel yazgımız içindeki temas ve baş etme tarzımız kişisel psikopatolojimizi ve/veya “normalliği”mizi belirler.
NARSİSİZM: TANRISALLIK ARZUSU VE CENNET FANTEZİSİ
Psikanalitik kurama göre insan ruhunun işleyiş mekanizması, acı veren ve/veya tatminden yoksun varoluş durumundan, haz ve tatmini içeren, her tür eksikten muaf narsisistik tamlık durumuna meyleden fanteziler oluşturmaya ayarlıdır. Organik yetersizlik nedeniyle içgüdülerin nöral frustrasyonu dolayısıyla insan yalnızca içgüdüsel gereksinimlerin tatminini değil, daha ziyade gereksinimlerini tatmine taşıyacak kudrette egoya sahip olmayı arzular. İçgüdüsel tatminin zora girmesi ve yaşanan şiddetli frustrasyonlar tatmini kaçınılmaz biçimde güçle ilişkili hâle getirir, muktedir olma arzusu tatmin arzusuyla iç içe geçer ve benlik her arzusunu tatmin edebilecek kudrette tümgüçlü, tanrısal bir “ego ideali” fantezisine kapılır. Öyle ki, söz konusu fantezi, içgüdüsel boyuttan özerk bir ruhsal bileşen olarak, insanda bitmez tükenmez bir iktidar tutkusuna yol açar.
Özdeşleşildiği takdirde egoyu acizliğinden kurtaracağı umut edilen ego ideali, benliği mutlak narsisizm durumuna taşımayı vadeder. İnsanın kökensel yetersizliğinden türeyen, nesne ilişkileri içinde yaşadığı frustrasyonlarla güçlenen mutlak narsisizm fantezisi ilhamını erken çocukluk çağına özgü tatmin olma deneyimleri esnasında yaşadığı yoğun hazdan alır. Ruhsallığın tamlık idealini amaçlayan temel arzu kipidir mutlak narsisizm; tatmin için arzulamanın yeterli koşul sayıldığı, insanlık durumunun sınırlarını yıkmaya yönelik tutku dolu bir arzu. Her ihtiyacın tatmin olacağı, benliğin sınırsız imkân ve kudrete, sonsuz mutluluk ve huzura ve nihayet ölümsüzlüğe kavuşacağı ideal bir varoluş hali, ruhun ütopyası bir başka deyişle.
Mutlak narsisizm ve onun kişileşmiş temsili olan “ego ideali” bireysel ve kolektif tüm narsisistik fantezi ve ütopyaların merkezinde rol alan ruhsal çekirdektir. Nitekim geçmişten bugüne mitolojik ve dini tüm cennet tasvirlerinde, birçok ideolojik ütopyada bu nihai arzunun izine rastlarız; açlığın, yoksunluğun, kaybın ve hayalkırıklığının, tatminsizliğin ve mutsuzluğun, emniyetsizliğin ve nihayet ölümün olmadığı mükemmel bir varoluş hayali.
Psikanalitik kuram bu arzunun işaret ettiği ideal durumu, ruhsal bir homoestasisi çağrıştıracak biçimde birincil narsisizm olarak kavramsallaştırır. Psikanalizin, yaşamın başına yerleştirdiği yarı-mitik gelişim dönemi birincil narsisizm, rahim içi fetal döneme dek izi sürülen, benlik-nesne ayrımının öznellikte henüz gerçekleşmediği, libidonun sadece ve sadece benliğe yatırıldığı, benliğin sadece kendini sevdiği ruhsal dünyanın yitik asr-ı saadet dönemidir. Kurama göre birincil narsisistik dönemde benlik gereksinimlerini kapalı devre solipsist/tekbenci ruhsal evreni içinde kendi başına doyurabildiğini sanrılar. Ancak, günü geldiğinde, benliğin dürtüsel gereksinimlerini kendi içinde kalarak tatmin edemeyeceğini, tatminin dışsal erişkin bir nesneye bağlı olduğunu fark etmesiyle beraber nesne ilişkilerinin (kişilerarası ilişki) ve nesne sevgisinin başlaması insanın ruhsal tarihinde bir dönüm noktası olur.
Freud’un hilflosigkeit kavramında ifadesini bulan çocuksu benliğin dürtüleri karşısındaki acizliğinin ayırdına varması narsisistik tümgüçlülüğü yerle bir eder ve benliğin kendine atfettiği bütünlük/tamlık hissiyatını parçalar. Bu andan itibaren benliğin feragat edip ego ideali biçiminde nesneye yansıttığı narsisistik tümgüçlülük tüm bir yaşam süresi boyunca nesne yatırımları, özdeşleşmeler ve içselleştirmeler aracılığıyla parça parça benliğe geri alınmaya çalışılacak ancak arzulanan geri dönüş asla yaşanamayacaktır.
Öyle de olsa, benliğin gereksinimlerini nesneye muhtaç kalmadan kendi başına doyurabildiği ve dolayısıyla yetersizlik, doyumsuzluk, eksiklik ve hayalkırıklığı gibi “hayatın arızaları”ndan muaf olduğu birincil narsisistik dönem ruhsal bellekte sonraki her yaşantının ona göre kıyaslanacağı eksiksiz bir mutluluk hatırası ve tümgüçlü bir tamlık hissi olarak yaşamayı sürdürecektir. İnsan olmak her şeyden evvel eski mükemmellik durumunun hasretini çekmektir, demişti Fransız psikanalist Janine Chasseguet-Smirgel (1985) ve eklemişti: İnsan tüm yaşamı boyunca, her edimiyle, illetli bir hayvan misali yitip gitmiş o görkemli bir mazinin peşinde nafile koşup duracaktır.
Dinlerle klasik psikanalitik kuramı beklenmedik biçimde benzer bir yanılsamada birleştiren narsisistik fantezinin yine benzer biçimde kayıpla ilişkilendirilmesi özellikle dikkate değer. Peki, ama neden her daim bir kayıptan bahsedilmektedir; kayıp bir cennetten, kaybedilen ilksel mükemmellik hâlinden veya kayıp bir nesneden?
Muhtemelen şu nedenle: Kaybın içerdiği anlam itibarıyla, (maddi veya ruhsal) evrende hiçbir şeyin gerçekte kaybolmayacağını, yalnızca yer değiştirebileceğini düşünürsek, şimdi ve burada çektiğimiz acıların, yaşadığımız hayalkırıklıkları ve kaygıların ve nihayet ölümün aslında kaybın ardından gelişen geçici birer durum olduğunu; kaybettiğimiz mükemmel varoluşu nihayet bulduğumuzda eski görkemli maziye tekrar döneceğimizi-bilinçli ve/veya bilinçdışı- umut etmek pekâlâ işimize gelir. Dinsel düşünce cennet tasarımı aracılığıyla kurguladığı narsisistik mükemmellik durumunu gerçekten öngörür ve vadederken psikanaliz insanoğlunun bu hayalin peşinde durmaksızın koşmasına rağmen bunu gerçekte asla başaramayacağının farkındadır. Tamlık, eksiksizlik, tümgüçlülük, mutlak ve ebedi saadet bir hayaldir; yaşam içinde yol almak için, belki, peşine düşülmesi ama asla kanılmaması gereken nafile bir hayal.
Âdem ile Havva’nın cennetten kovulma mitinde de örneğini gördüğümüz üzere, insan(lık) zihni aslında hiç yaşamadığı bir ruhsal mükemmelliği kaybettiğine inanarak avutmaktadır kendini. Ruhsal bir saltanatı kaybetmiş olmak, ona hiç sahip olmamış olmaktan daha az umutsuz ve daha az gurur kırıcıdır besbelli ki.
Birincil narsisizmi, aynen çocuksu cinsel kuramların gördüğü işleve benzer biçimde, travmatik insanlık durumunu çarpıtmak suretiyle anlamlandırmaya çalışan insan ruhsallığının sığındığı çocuksu ontolojik kuramlarından biri olarak yorumlamalıdır kanımca; Bu dünyada kendini imkânlarının çok ötesinde arzulara kapılmış şekilde buluveren, elde etmekte yetersiz kaldığı nesnelere ihtiyaç duyan insanoğlunun yaşadığı çaresizliği ve hayalkırıklığını açıklamak için başvurduğu ve bu durumdan kurtulmakta umut olarak kullandığı bir psiko-mit.
Birincil narsisizm, psikanalitik kurama da sızmış bir arzunun yanılsamasıdır dolayısıyla, ancak öyle de olsa libidonun tümünü benlikte toplamaya çalışan arzu dolu iradenin nihai hedefini (yani mutlak narsisizmi) temsil eder ve narsisizmi anlamak bakımından önemli bir dayanak noktası oluşturur. Zira narsisizmin gerçekte ne olduğu en iyi mutlak narsisizm temsilinde anlaşılır hale gelir, narsisizm en mutlak haline eriştiğinde içyüzünü apaçık eder bir başka deyişle. Mutlak narsisizmde artık dolayımsız temsiline ulaşan narsisizm her türlü yoksunluk ve engelden arınmış varlık haline ulaşmak isteyen, tanrısallığa terfi etmek suretiyle yoksunluğunu, aczini, yetersizliğini ve çaresizliğini tatsız bir mazi gibi geride bırakacağını ve böylelikle insanlık durumundan kurtulup insan olmanın ıstırabına nihayet son vereceğini uman insanoğlunun en kadim, en insani, en tutkulu ama aynı zamanda en tahripkâr arzusuna işaret eder.
İnsan en temelde travmatik mevcudiyetini aşmaya meyilli bir varlıktır; aczini sıfırlamak, muktedir olmak, kursağında kalmış tüm heveslerini gerçekleştirecek, “Ol!” dediğini olduracak tanrısal kudrete erişmek ve cenneti yaşantılamak, organik empotansın acısını ruhsal omnipotans rüyasıyla dindirmek ister.
Aczin sıfırlanabileceği ve tamlık idealine ulaşabileceği yanılsamasına kapılmış insanoğlu için tüm mesele artık bunu mümkün kılacak nesnenin peşine düşmektir. Hayat, bundan böyle, büyülü nesnenin bitmez tükenmez ama nafile arayışına dönüşecektir. O denli tutkulu bir arayıştır ki bu, büyülü nesneyi elde etmek ve ruhsallığın tanrısal krallığına girmek uğruna insanoğlu hemen her zorluğu ve uğursuzluğu göze alabilir. Tutkulu aşkın, gözükara cesaretin, coşku dolu umudun, sarsılmaz inancın olduğu kadar nefretin ve hıncın, yıkıcılığın ve zalimliğin ve hasedin ardında da aynı güdülenme yatar.
İnsanoğlunun en büyük arzusu insan olmaktan kurtulmaktır anlaşılan. İnsan olarak şekillenirken bu hali yadsımak üzere de şekillenmişiz, besbelli. Ancak bedeli gerçeklikten kopmakla ödenen, bozguna uğramaya mahkûm, belki hoş ama boş bir hayali içeren bu varoluşsal yadsıma gerisinde hep çokça hayalkırıklığı ve acı, bolca gözyaşı ve kan bırakır. Cenneti ararken dünyayı cehenneme çeviren insanoğlu, tanrısallık peşinde koşarken şeytanileşir, arzusu en büyük azabı ve gazabı olur.
Umut edilecek bir başka seçenek daha mevcut oysa. Gün olur da “varoluşsal mutsuzluğu”nun sebebinin boş yere suçladığı nesne(ler) değil de bu dünyadaki mevcudiyet biçimi olduğunu fark eder ve gerçekleşmesi imkânsız tümgüçlü narsisistik hayalinden feragat edebilirse, insan için yepyeni bir varoluşun kapısı aralanır. Kendisine ve dünyasına farklı bir bilinçle yaklaşır, nefretin ve arzunun fuzuli yükünden kurtulur. İnsan olmanın sınırları ve imkânlarıyla yetinebilecek kalenderliği gösterebildiği ölçüde ise kendisiyle ve dünyasıyla içtenlikle barışma imkânına kavuşur, varoluşun belki gösterişsiz ama hakiki neşesiyle tanışır.
KAYNAKÇA
Chasseguet-Smirgel, J. (1985). The ego ideal: A psychoanalytic essay on the malady of ideal.
New York, NY: W. W. Norton & Company.
Estin, C.& Laporte H.(2002). Yunan ve Roma Mitolojisi. Çev.:Musa Eran. TÜBİTAK
Yayınları, 21. Basım, Ankara
Freud S. (1915). Instincts And Their Vicissitudes. Standard Edition, Cilt 14, Almancadan
İngilizceye Çeviren: Strachey J., London: Hogarth Press Ltd, 1964
Freud S. (1923). Ego And Id. Standard Edition, Cilt 19, Almancadan İngilizceye Çeviren:
Strachey J., London: Hogarth Pres Ltd, 1964
Freud, S. (1996). Bir paranoya (paranoid bunama) olgusunun özyaşamöyküsü üzerine
ruhçözümsel notlar (Schreber). (A. Eğrilmez, Çev.). Olgu Öyküleri II içinde, (s. 111-
191). İstanbul: Payel Yayınevi. (Özgün eser 1911 tarihlidir).
Hamilton E.(1996). Mitologya. Çev.:Ülkü Tamer, İstanbul:Varlık Yayınları
Hughes T.(1997). Tales From Ovid. London: Faber And Faber
[*] Kızıltan H. (2017). Narsisizm nedir? Libido Dergisi, Sayı: 25-26, Sayfa: 6-9.
[†] “Organik ego” kavramını, egonun içerdiği psikanalitik anlamın ötesinde, ruhsal işleyişi idare eden, genetik olarak belirlenmiş zihinsel yapı ve işlevlere işaret edecek biçimde kullanıyorum.
[‡] Engellenme, hüsran
[§] Türkçe psikanalitik literatürde İngilizcedeki “self” kavramı daha çok “kendilik” terimiyle karşılansa da Türkçenin gündelik kullanımında, geleneksel ve modern edebiyat ve söylemindeki “benlik” teriminin “self”in işaret ettiği yapı ve deneyime daha uygun düştüğü kanısındayım.
[**] Freud bu dönemde ego terimini benliği (self) kastedecek biçimde kullanır. Ego ruhsal bir yapı olarak ancak “Ego ve İd” (1923) yapıtında kavramsallaştırılacaktır.
[††] Psikanalitik terminolojide “nesne” kuramsal ve tarihsel nedenlerden ötürü gerçekte ve/veya fantezide ilişki içinde bulunulan “insan” anlamına gelir. “Nesne ilişkisi” kişilerarası ilişkinin içsel temsilidir.
[‡‡] Freud ruhsal yapıyı id, ego ve süperego biçiminde düşünür. İd bilinçdışı kişiliğin en ilkel ve en dürtüsel kısmını oluşturur. Haz ilkesinin egemenliği altındadır.