wabiakademi.com

Yeryüzü Mutsuzluğu

Yeryüzündesin ve bunun bir tedavisi yok

Samuel Beckett

Fransız psikanalist Janine Chasseguet-Smirgel (1984) sapkınlığı (perversiyon) sınırlı sayıda insanı etkileyen spesifik bir cinsel bozukluktan ibaret görmez. İnsanlık durumunun sınırlarını yıkmaya yönelik tutku dolu bir ruhsal yönelim olarak tanımladığı sapkınlık, Chasseguet-Smirgel’nin metapsikolojisinde cinselliğin ötesine geçip insanın ruhsal doğasına içkin ontolojik bir bağlama yerleşir.

Klinik çalışmaları ve deneyimleri ışığında insan ruhsallığında belirli koşullarda harekete geçmeye hazır sapkın bir çekirdeğin var olduğunu, narsisistik açıdan yaralı insanoğlunun yetersizlik hislerinden kurtulmak üzere sapkın çözüme her daim açık olduğunu dile getirir Chasseguet-Smirgel. İnkâra ve yanılsamaya dayalı söz konusu çözüm hakikat tutkumuzun yerine yanılsamayı, gerçeğin yerine yalanı, rızanın yerine inkârı, şüphenin yerine imanı yerleştirir.

Chassegut-Smirgel’nin sapkınlığı klasik psiko-seksüel anlamının ötesinde kullanmayı teklif etmesi ve/veya cinsellikle sınırlı tutmaması kanımca insan ruhsallığını anlamak bakımından son derece yaratıcı bir açılımdır, zira söz konusu kuramsal açılımı son noktasına taşıdığımızda, sapkınlık artık psiko-seksüel değil psiko-ontolojik bir kavramdır.

Klasik psikanaliz, insanın ruhsal yaşam macerasını psiko-seksüel dinamik üzerinden cinsel metaforlar eşliğinde öyküler. Ancak neyse ki söz konusu metaforik izdüşümlerden hareketle daha genel senaryoya ulaşmak olası. Nitekim sapkınlık ve fetişizm kavramlarının insan doğasına dair ima ve teklif ettiklerini psiko-seksüel anlamlarının ötesine, psikontolojik alana taşımak, Chasseguet-Smirgel’nin verdiği esinle, çok güç olmayacak, insan ruhsallığına dair derin bir kavrayışın kapısını da aralayacaktır. Ama öncelikle kavramın orijinal psiko-seksüel kullanımına bir göz atalım.

BABAM VE BEN

Chasseguet-Smirgel’ye (1984) göre psiko-seksüel gerçekliğin temelini cinsiyet ve kuşak farkları oluşturur. Kuşak farkını yaratan zamansal mesafe nedeniyle çocuk anne için yetersiz bir cinsel partnerdir, zira babanın sahip olduğu yeterli ve üretken cinsel organa sahip değildir.

Oidipal karmaşanın prototipi erkek çocuk bu evrede, (annenin ve kendi) arzusunu tatmin edecek yeterlilikte olmadığından, annenin arzusunun işaret etmesiyle bu yeterliliğe sahip olan babayı fark eder zamanla ve tipik oidipal sahne kurulur: annenin arzusunu tatmin edecek yeterliliğe sahip oidipal babaya karşı yoğun haset ve öfkenin yanı sıra kendi genital organik yetersizliğinden duyduğu utanç. Arzusunun önündeki bir engel olarak gördüğü babayı ortadan kaldırma (ve sonunda öldürme) fantezileri, yansıtma mekanizması aracılığıyla baba tarafından kastre edileceğine dair bir kaygıya dönüşür.

Oidipal karmaşanın sağlıklı bir çözüme kavuşması, kastrasyon kaygısının yanı sıra babayla olumlu yaşantıların renklendirdiği libidinal ilişkinin varlığını gerektirir; zira ensest yasağının yapılaşması için agresif bileşenin ensest yolunu kapaması, libidinal bileşenin ise buna alternatif bir yol sunması gerekir. Bu alternatif çocuğun babasıyla özdeşleşmesi olacaktır. Babaya olan sevginin ve hayranlığın, haset ve öfkeye galip gelmesi sayesinde erkek çocuk, babasıyla özdeşleşme sürecine girecek, bundan böyle babayı annenin arzu nesnesi yapanın ne olduğunu keşfetmeye ve genital babayı ideali hâline getirmeye yönelecektir (Chasseguet-Smirgel, 1985). Oidipal karmaşa bu çifte işlevi sayesinde çocuğa kültürel ve yetkin bir özne olmanın yolunu açmış olur.

Özdeşleşme arzusu aciz egoya sahip olan çocuğu, dürtüsü karşısında güçlendirecek beceri ve donanımı (kültürel egoyu) edinmek üzere, daha evvel benzer süreçten geçmiş biri olarak ona hem model olacak hem de ustalık edecek olan babaya yöneltir. Nitekim oidipal karmaşa içinde yer alan “Baba” esas itibarıyla dönüştürücü gücünü bu kültürel-simgesel işlevinden alır (Lacan). Çocuğun herhangi bir nedenden ötürü simgesel baba işlevine dâhil ol(a)maması, önceki gelişim aşamalarında yaşananlara da bağlı olarak, nevrozdan sınır bozukluklara (borderline) ve nihayet psikoza uzanan çeşitli psikopatolojilere yol açar.

Her şey yolunda gitse de oidipal arzunun ortadan kalktığı sanılmamalıdır, zira oidipal arzu, cinsel içgüdüden ziyade, narsisistik arzu tarafından güdülendiği içindir ki anneyle kaynaşma arzusu asla sönmez; özdeşleşme arzusu sayesinde sürekli olarak ötelenir. Birincil sürecin ve haz ilkesinin egemenliğinde nesneyle kısa yoldan kaynaşma arzusu (yani, narsisizm ve tümgüçlülük) ikincil sürece ve gerçeklik ilkesine tâbi özdeşleşme yoluyla varılacak bir ideale dönüşür ki son tahlilde egoyu geliştirecek olan dinamik de esas itibarıyla budur.

Babayla özdeşleştiği takdirde ensestin artık mümkün olabileceği fantezisi, özdeşleşme arzusunun ensest arzusuyla yer değiştirmesini mümkün kılar ve oidipal döneme özgü ego idealin babaya yansıtılmasını kolaylaştırır. Bu sayede, oidipal arzu, özdeşleşme arzusunu ve dolayısıyla egonun gelişimini güdüleyen bir vaat olarak, yalnızca çocuğu kültürel dünyaya bağlamaya ikna eden, sonrasındaysa daha ileri kültürel özdeşleşmelerin peşine düşmesine ve bu sayede egonun giderek yetkinleşmesine yol açan ama asla yerine getirilemeyecek bir taahhüt olarak geleceğe yansıtılır. Böylelikle, çocuk ensest talebinden –en azından şimdilik- geri çekilir. Ensest yasağına boyun eğmesi ve (sonrasındaki tüm özdeşleşmelerin ilk örneğini oluşturan) babayla özdeşleşmelere açılmasıyla beraber çocuk kültürün dünyasına doğmuştur artık.

Hikâyenin nispeten mutlu versiyonunda, kahramanımız nihayet yetişkin cinselliğine eriştiği vakit, ruhsal dünyasında ensest yasağı yapılaşmıştır. Özdeşleşimler ve sevgi yatırımlarıyla güçlenen benlik, henüz üç yaşındaki egonun yetersizliğinin ürünü olan oidipal arzuyu aynı kuvvetle hissetmez artık. Yasağın itmesi ve yedek nesne tatminlerinin cezbetmesi sayesinde çocuğun özdeşleşimlere açıldığı nesneler dünyasında çoktan annenin yerini başka kadın(lar) da almıştır. Ama suret aslolanı unutturamaz yine de… Her âşık olduğu kadında aradığı yine de “O”dur.

“BABA”NIN TASFİYESİ

Ancak hikâyenin, gerçekliğin inkâr edildiği ve bunun akıbetini içeren bir başka versiyonu da mevcuttur. Şöyle ki: Çocuksu benlik tarafından fark edildiği anda travmatik biçimde yaşantılanan “cinsel gerçeklik” ilk refleksle inkâr edilmeye çalışılacaktır. Eğer söz konusu refleks dışsal nesnelerce pekiştirilir ve desteklenirse Oidipal karmaşanın sağlıklı çözümü ketlenecek, sapkınlığın önü açılacaktır.

Freud (1925) psiko-seksüel gelişimin fallik evresinde kız olsun erkek olsun çocuğun öznelliğinde tek bir cinsel organın -erkeğe atfedilen fallusun- yer aldığını; erkeklik ve dişiliğin fallusa sahip olmak veya yoksun olmak, fallik ve kastre olmak ekseninde yaşantılandığını öne sürer. Çocukların cinselliğe dair psiko-mitlerini açığa vuran çocuksu cinsel kuramlardan biri olan fallik monizm olarak bilinen bu olgu Freud’a göre infantil cinselliğin temelini teşkil eder.  Freud’un konuyla ilgili, özellikle “Küçük Hans” (Freud, 1909) ve “Kurt Adam” (Freud, 1918) gibi klinik vakalarını inceleyen Chasseguet-Smirgel (1984), çocuğun öznelliğinde vajinanın dişi cinsel organı, penisin de erkek cinsel organı olduğuna dair erken ve muhtemelen içgüdüsel bir farkındalığın bulunduğunu öne sürerek Freud’un hipotezine meydan okur. Fallik anne imgesinin ardında ancak babanın büyük ve güçlü penisi tarafından nüfuz edilebilecek ve doldurulacak bir vajinaya sahip anne imgesinin var olduğunu öne sürer.

Babanın penisi karşısında sahip olduğu organın -penis veya vajina fark etmez- yetersizliği karşısında sarsılan oidipal çocuk, ilk önce, söz konusu yetersizliğini inkâra kalkışacaktır. Sapkınlığa dair hipotezini öznenin bu inkârına dayandıracak olan Chasseguet-Smirgel’ye (1984) göre çocuksu fallik monizm kuramı, infantil acizlikten türeyen, insan varlığına içkin narsisistik zedelenmişliği onarmak üzere ruhsallık tarafından uydurulmuştur. Chasseguet-Smirgel’nin formülasyonu uyarınca, sapkınlık çocuğun organik genital yetersizliğini ve ona eşlik eden duygulanımlarını inkâra yönelik ruhsal işlemler bütünüdür ve çocuksu benliği, hâlihazırda ulaşılabilir olan pregenital arzu ve tatminlerin, yalnızca babanın erişimine açık genital arzu ve tatminlere eşdeğer ve hatta ondan daha üstün olduğu yanılsamasına sevk eder.

Sapkın benlik, biricik sevgi nesnesi olduğunu sanrıladığı annenin genital arzusunu yok saymak suretiyle babanın genital üstünlüğünü ve dolayısıyla kendi organik yetersizliğini inkâr ederken oidipal rekabetten kaçınmış ve kastrasyon tehdidini de savuşturmuş olur. Sapkın öznelliğin içinde küçük anal penisi, çocuksu cinselliği ve “belli belirsiz dokunuşlarıyla” (Freud, 1924; 1940) annesi için yeterli bir cinsel partner olduğu yanılsamasını sanrılayan çocuğun babaya özenmesi ve haset duyması için hiçbir neden olmadığı zannına kapılması ruhsal gelişimini ketler. Gerçekliğin bileşenlerini oluşturan cinsiyet ve kuşak farklarının aşınması ile birlikte, evrim, gelişme, olgunlaşma ve kısacası süreç düşüncesinin kendisinin ortadan kalkması söz konusudur.

Chasseguet-Smirgel, büyüme arzusunun ego idealinin temel içeriğini oluşturduğuna işaret ederken tüm özenme, imrenme hislerinin özneyi bir biçimde özdeşleşmeye ittiğini ileri sürer. Sapkın refleks -ki Chasseguet-Smirgel bunu, son tahlilde, annenin çocuğu baştan çıkarmaya yönelik tutumuyla ilişkilendirir- çocuğun büyüme arzusunu tahrip etmekle babanın çocuk için özdeşleşme modeline dönüşmesine, ego idealinin taşıyıcısı olacak babaya özenmesine engel olur. Ruhsallık, bu nedenle, babanın insani varlığı kültürel özneye dönüştürücü simgesel işlevinden mahrum kalır. Müstakbel sapkının narsisizmini babasına (veya baba imagosuna) yansıtmak suretiyle ideali hâline getirmesi ve günün birinde onun gibi annesinin eşi olmayı umması için hiçbir neden kalmaz böylece, çünkü zaten hâlihazırda annesi için yeterli bir erotik nesne olduğu yanılsaması içinde yaşamaktadır. İnkâr ve yanılsamaya dayalı tüm bu süreç sonunda, çocuğun ego ideali genital babaya ve onun niteliklerine yatırımda bulunmaktansa pregenital modele takılı kalır. Erojen bölgeler ve kısmi nesneleriyle birlikte pregenital cinselliğin kendisi bir idealleştirme sürecine tabi tutulur.

Sapkın edimin ve kısmi nesnelerin idealleştirilmesinin sapkın benlik için mutlak bir zorunluluk olduğunu vurgulayan Chasseguet-Smirgel, bu idealleştirmenin, benliği, genital babanın onda olmayan güçlere sahip olduğu farkındalığından ve yanı sıra gelişecek yetersizlik duygusundan kurtulmasına yardımcı olduğunu düşünür. Chasseguet-Smirgel, böylece, idealleştirme ve fetişizmi sapkınlığın ayrılmaz bileşenleri olarak saptar ve idealleştirmenin fetiş oluşumunda olmazsa olmaz bir edim olduğunu vurgular. Sapkın benlik, genital ve yaratıcı işlevlere sahip babanın penisini değersizleştirmek ve kendi anal dönem penisini idealleştirmek suretiyle genital penisin öncülü anal penisin babanın genital penisine eşit veya ondan daha üstün olduğu sanrısını yaşar. Öyle ki anal penis ruhsal dünyada genital penisin merkezî yerini işgal etmek suretiyle babayı ve/veya babanın simgesel işlevini ruhsal dünyadan tasfiye etmeye girişir. Fetiş bu bağlamda öznenin, kendine ve diğerlerine, genital penis olarak yutturmaya çalıştığı pregenital anal penisini temsil eder. Anal penisin genital penise eşit olmadığı gerçeğinin bastırılması gerekliliği nedeniyle fetiş nesne sürekli bir idealleştirmeye tabi tutulmak suretiyle obsesif-kompülsif yoğunluklu ruhsal bir meşguliyete yol açar.

Chasseguet-Smirgel’ye göre sapkın benlik kendisinin yoksun olduğu ayrıcalıklara ve yetilere sahip babanın varlığının bir yanıyla hep farkındadır aslında, zira sapkınlığın tam da bu farkındalığı ortadan kaldırmaya yönelik işler. Sapkın benlik yok saydığı sürece “Baba” ona musallat olan bir hayalete dönüşür. Ne zaman ki kendi aczini, annesinin arzusunun asıl nesnesini ve babasının yetkinliğini kabul edecek, “hayalet baba” idealleştirilen “Oidipal Baba”ya dönüşecek, “insan potansiyeli”, nihayet “insan”lığına erişecektir.

Bir üstün-insan olmanın hayalini kurmak, insan sıfatından firar etmenin planını yapmaktır aslında; aklına yatmadığı, gönlünün bir türlü razı ol(a)madığı insanlık durumunu inkâr etmektir. Kastrasyonun uygulayıcısı “Babanın Yasası”na tabi olmak ise insanoğlunun artık inkârdan vazgeçtiği andır. Babam, der Jean Gillibert (1967), sonluluğu kabullendiğim o özel ve ayrıcalıklı deneyim anıdır. Kastrasyonu, “Babanın Yasası”nı ve yasağını ve nihayet süperegoyu kabullenmek, kendini bir geleneğin içine yerleştirmektir; zincirin bir halkası, evet yalnızca bir halkası hâline gelmek, nihayet artık salt insandan ibaret olmaya razı olmaktır (Chasseguet-Smirgel, 1985).

BAĞLAÇ

Yukarıda aktardıklarım arasından birkaç noktanın altını çizmek isterim. İlk olarak, sapkınlık kavramının oidipal karmaşayla ilişkili olduğunu saptamış olduk. İkinci olarak oidipal karmaşanın son tahlilde narsisistik bir içeriğe sahip olduğunu fark ettik. Öyle ki oidipal karmaşa döneme uygun olarak güncellenmiş bir narsisizm karmaşasıdır, desek yeridir, zira Oidipus karmaşasında yine bir yeterlilik-yetersizlik konusu temel mesele olarak karşımıza çıkar. Psikanalitik literatürle uyumlu olarak ileri sürmek pekâlâ mümkündür ki Oidipal karmaşa, kökenindeki narsisistik bileşen (yani çocuğun gelişimsel yetersizliği ve özellikle insanın ontolojik acizliği) hesaba katılmaksızın yeterince anlaşılamaz.

Yine yukarıda yazılanlardan hareketle dikkat çekmek gerekirse, çocuğun oidipal dönemde annenin genital arzusunu fark etmesiyle beraber anneyle narsisistik kaynaşma arzusu ensest arzusuna tercüme olur. Anneyle beklenen ensestiyöz-narsisistik kaynaşmanın bir türlü gerçekleşmemesinin sebebini ararken annenin arzusunun işaretiyle babayı ilk kez oidipal niteliğiyle keşfeder. “Oidipal Baba”, annenin genital arzusunu tatmin edebilecek yeterlilik ve yetkinlikte olan ve/veya olduğu düşlemlenen yetişkin bir “Öteki”dir. Anneyle ensestiyöz-narsisistik kaynaşma arzusundaki küçük çocuğun öznelliğinde ilk andan itibaren bir rakip olarak beliren oidipal Baba, küçük Oidipus’un yetersiz cinsel donanımıyla karşısında yenilmeye mahkûm olduğu bir rakiptir.  İşte inkâr edilecek farkındalık ânı bu andır: Oidipal Baba’ya yönelik yoğun haset ve öfke, “Baba”nın kastrasyon tehdidini içeren misillemesinden duyduğu korku ile kendi genital-organik yetersizliğinden duyduğu utanç ve tümgüçlü algılanan anneyle arzu edilen kaynaşmanın asla gerçekleşmeyeceğine dair umutsuzluk.

Psikanalitik psikoseksüel kuram, arzunun ve umutsuzluğun tuzağına düşmüş oidipal özne için iki seçeneğin var olduğunu saptar: Yetersizliğin yok sayılmak suretiyle topyekûn inkâr edildiği “sapkınlık” ile yetersizliğin kabul edildiği ancak “Baba’nın yasağı ve yasası” ile gerekçelendirmek suretiyle organik-yapısal-gelişimsel niteliğinin inkâr edildiği nevrotik çözüm. Başka bir çözümün varlığını ise ileride, psiko-seksüel kuramın ötesine geçtiğimizde fark edeceğiz.

Sapkınlıkla ilgili yukarıda yazılanlar yeterli sanki ancak nevrotik çözüm için düşmemiz gereken birkaç not daha var. Nevrotik çözümde, benlik, anneyle ensestiyöz-narsisistik kaynaşmanın bir türlü gerçekleşmemesinin sorumluluğunu, kendi genital-organik yetersizliğine değil, “Baba”ya ve onun yasağına atfeder. Bunun ruhsallığın ekonomisi açıdan esaslı bir getirisi olacaktır. Peki ama ne?

Narsisizm üzerine son derece özgün çalışmalarıyla tanınan Fransız psikanalist Béla Grunberger (1979) ensest engelinin oluşması ve süperegonun yapılaşmasının çocuğun narsisizmini koruma işlevi gördüğünü ileri sürer, zira yasakla beraber çocuk kastrasyon kaygısından kurtulmakla kalmaz, içsel/organik yetersizliğini bir yasakla gerekçelendirmek suretiyle narsisistik gururunu da kurtarmış olur. Grunberger’in süperegonun narsisistik işlevine dair yukarıdaki saptaması son derece önemlidir. Nitekim Janine Chasseguet-Smirgel (1985) bu saptamadan hareketle süperegonun hakiki bir gerçekliği kabul etme girişimi olmadığını ileri sürecektir, zira oidipal çocuğun ensest arzusunun önündeki engel, aslına bakılırsa, babanın yasası, yasağı ve tehdidi değil, bizzat kendi organik-genital yetersizliğidir. Chasseguet-Smirgel’ye göre ensest engelini koşullayan süperego uzlaşımsal bir oluşumdur, son tahlilde oidipal çocuğu içsel organik-genital acizliğiyle yüzleşmekten sakındığı ölçüde hakikatin katı bir temsili değil, bilakis onu hakikatin katılığından koruyan ve yanılsamaya taviz veren ruhsal bir yapıdır, ancak yine de özneyi gelişime sevk ettiği ölçüde nispeten en kabul edilebilir uzlaşım oluşumudur.

İnsanda organik temelli narsisistik yetersizliğin salt psiko-seksüel alanla sınırlı kalmadığını bilmek önemlidir, zira narsisistik sorunsal esas itibarıyla gelişimsel bir yetersizlikten değil, insan türüne özgü yapısal bir yetersizlikten köken alır. Sapkınlığı, psiko-seksüel bağlamın ötesinde, ama onu da içerecek biçimde, psiko-ontolojik (psikontolojik) bağlamda ele alacak noktadayız artık.

PSİKONTOLOJİ VE KURUCU EKSİK

İnsanoğlu diğer hayvanlarla benzer içgüdülere (beslenme, savaş-kaç, üreme, vb.) sahip olmasına rağmen, benzersiz evrimsel geçmişi[i] dolayısıyla, söz konusu içgüdüleri tatmine taşıyacak (nötralize edecek) yeterlilikte beceri ve donanımdan, genetik olarak tayin edilmiş, bedene içkin “organik ego”dan[ii] yoksundur. İçgüdüleri nötralize edebilecek yeterlilikte ve yetkinlikte “organik ego”nun yokluğu, insani varlığı temellendiren ve onun oluşumuna imkân tanıyan ontolojik bir boşluk meydana getirir. Söz konusu organik yokluk ve ontolojik boşluk, yaşantısal düzlemde insanın duygu, düşünce ve davranışlarına, giderek tüm varoluşuna ve benliğine nüfuz eden kronik bir yetersizlik ve acizlik deneyimine ve nihayet insanın bu dünyadaki varlığını frustrasyonlarla dolu travmatik bir mevcudiyet olarak yaşantılamasına yol açar.

İnsanoğlu, “evrimsel aklın” ötesinde oluşumunda hiçbir varlığın veya kimsenin (annenin, babanın vd.) dâhil ve sorumlu olmadığı “varlıkta/olmakta eksik”le (Lacan), acz ve yetersizlikle malul “na-tamam” (Heidegger) hâliyle var olur bu dünyada. İnsanın nihaî varoluşunu tayin eden, dolayısıyla asla gideremediği (ve gideremeyeceği) varlığındaki bu “kurucu eksik”le veya bir türlü ikmal edemediği (ve edemeyeceği) söz konusu “na-tamam” hâliyle yüzleşmesi (veya çoğu kez bir türlü yüzleşememesi ve var gücüyle kurtulmaya çalışması) bu dünya üzerindeki, bireysel ve türsel, tüm yaşam macerasının özetini verir kanımca.

ULU KURTULUŞ DÜŞÜ RUHUMUN

Ontolojik düzlemde dile gelen “varlıkta/olmakta eksik”lik veya “na-tamam mevcudiyet” psikanalitik düzlemde “narsisizm” sorunsalına denk düşer, zira organik egonun yapısal yetersizliği sonucu gelişen organik acizlik nedeniyle içgüdüsel uyaranların nöral düzeyde kronik biçimde frustrasyona uğraması, bedeniyle kendini özdeşleştiren benliği (Ego her şeyden önce beden-egodur, demişti Freud (1923).) kronik bir yetersizlik hissiyle sakatlar: Narsisistik yetersizlik esas itibarıyla insani egonun bu yapısal organik yetersizliğinden türer.

İnsani varlığa içkin “narsisistik yetersizlik” nöro-ontolojik doğası gereği kişilerarası ilişkilerin erişim alanı dışında konuşlanmıştır. Söz konusu ilişkilerin nüfuz edemediği menzilde yer alan narsisistik yetersizlikten, kişisel olumsuz deneyimler sorumlu olmadığı gibi, söz konusu yetersizlik en empatik annenin, en insancıl kültürün ve en etkili psikoterapinin bile düzeltici etkilerine kapalıdır; dolayısıyla giderilemeyecek cinsten bir tür kader gibi görünür. Ancak insanoğlu bu kaderi nafile değiştirmeye çalışır.

İlerleyen satırlarda insanoğlunun, evrimle koşullanmış bu “ontolojik kaderi”yle (Kader) arasındaki ilişkisine odaklanacağım. Öncelikle “Kader”ini kabullenmeye neden ve nasıl direndiğine ve her defasında gerçekliğin duvarına çarpan nafile gayretlerine dikkat çekeceğim. Sonrasında “Kader”ine rıza gösterebildiğinde neyin mümkün olabileceğine işaret edeceğim.

***

Psikanalitik veri ve gözlemler ruhsallığın “narsisistik yetersizlik”le temelde iki yöntemle baş etmeye çalıştığını ortaya koyar. Ağırlıklı olarak birincil süreç ve yapıların güdümündeki birincil yöntem, narsisistik yetersizliği kâh tümden yok saymak (sapkın inkâr) kâh giderilebilir bir arıza olarak temsil etmek (nevrotik inkâr) suretiyle esas olarak inkâr etme çabasındadır. Birincil yönteme paralel ancak zıt istikamette işleyen ikinci yöntem ise narsisistik yetersizliği kabullenir, onunla gerçekçi ve yaratıcı biçimlerde baş etmeye çalışır. Ruhsallıkta ontolojik yetersizliğe verdikleri tepki bakımından radikal biçimde birbirinden farklılaşan bu iki yönelim adeta iki ayrı dünya hâlinde yan yana devinir durur. Birincil yönteme hâkim olan her iki inkâr biçimi de, son tahlilde, narsisistik yetersizliği tamlık fantezisiyle aşmaya programlıdır.

Psikanalitik kurama göre insan ruhunun işleyiş mekanizması, acı veren ve/veya tatminden yoksun varoluş durumundan, haz ve tatmini içeren, her tür eksikten muaf narsisistik tamlık durumuna meyleden fanteziler oluşturmaya ayarlıdır. Organik yetersizlik nedeniyle içgüdülerin nöral frustrasyonu dolayısıyla insan yalnızca içgüdüsel gereksinimlerin tatminini değil, daha ziyade gereksinimlerini tatmine taşıyacak kudrette egoya sahip olmayı arzular. İçgüdüsel tatminin zora girmesi ve yaşanan şiddetli frustrasyonlar tatmini kaçınılmaz biçimde güçle ilişkili hâle getirir, muktedir olma arzusu tatmin arzusuyla iç içe geçer ve benlik her arzusunu tatmin edebilecek kudrette tümgüçlü, tanrısal bir “ego ideali” fantezisine kapılır. Öyle ki, söz konusu fantezi, içgüdüsel boyuttan özerk bir ruhsal bileşen olarak, insanda bitmez tükenmez bir iktidar tutkusuna yol açar. Özdeşleşildiği takdirde egoyu acizliğinden kurtaracağı umut edilen ego ideali, benliği mutlak narsisizm durumuna taşımayı vadeder. İnsanın kökensel yetersizliğinden türeyen, nesne ilişkileri içinde yaşadığı frustrasyonlarla güçlenen mutlak narsisizm fantezisi, ilhamını erken çocukluk çağına özgü tatmin olma deneyimleri esnasında yaşadığı yoğun hazdan alır.

Mutlak narsisizm, ruhsallığın tamlık idealini amaçlayan temel arzu kipidir; tatmin için arzulamanın yeterli koşul sayıldığı, insanlık durumunun sınırlarını yıkmaya yönelik tutku dolu bir arzu. Her ihtiyacın tatmin olacağı, benliğin sınırsız imkân ve kudrete, sonsuz mutluluk ve huzura ve nihayet ölümsüzlüğe kavuşacağı ideal bir varoluş hâli, ruhun ütopyası bir başka deyişle.

Mutlak narsisizm ve onun nesne ilişkisel temsili olan “ego ideali” bireysel ve kolektif tüm narsisistik fantezi ve ütopyaların merkezinde rol alan ruhsal çekirdektir. Nitekim geçmişten bugüne mitolojik ve dinî tüm cennet tasvirlerinde, birçok ideolojik ütopyada bu nihai arzunun izine rastlarız; açlığın, yoksunluğun, kaybın ve hayal kırıklığının, tatminsizliğin ve mutsuzluğun, emniyetsizliğin ve nihayet ölümün olmadığı mükemmel bir varoluş hayali.

Aczin sıfırlanabileceği ve tamlık idealine ulaşabileceği yanılsamasına kapılmış insanoğlu için tüm mesele artık bunu mümkün kılacak fetiş-nesneye sahip olmak veya olmamaktır. Hayat, bundan böyle, fetiş-nesnenin bitmez tükenmez ama nafile arayışına dönüşecektir. O denli tutkulu bir arayıştır ki bu, fetiş-nesneyi elde etmek ve ruhsallığın tanrısal krallığına girmek uğruna insanoğlu hemen her zorluğu ve zorbalığı göze alabilir. Tutkulu aşkın, gözü kara cesaretin, coşku dolu umudun, sarsılmaz inancın olduğu kadar nefretin ve hıncın, yıkıcılığın ve zalimliğin ve hasedin ardında da aynı güdülenme yatar.

İnsanoğlunun en büyük arzusu insan olmaktan kurtulmaktır anlaşılan. İnsan olarak şekillenirken bu hâli yadsımak üzere de şekillenmişiz, besbelli. Ancak bedeli gerçeklikten kopmakla ödenen, bozguna uğramaya mahkûm, belki hoş ama boş bir hayali içeren bu varoluşsal yadsıma, gerisinde hep çokça hayal kırıklığı ve acı, bolca gözyaşı ve kan bırakır. Cenneti ararken dünyayı cehenneme çeviren insanoğlu, tanrısallık peşinde koşarken şeytanileşir, arzusu en büyük azabı ve gazabı olur.

SAPKIN İNKÂR, NEVROTİK İNKÂR VE +1

Chasseguet-Smirgel (1985), Ego İdeali adlı kült eserinde narsisistik tamlığı ele geçirmeye yönelik tutkulu çabanın, biri, egonun haz ilkesinin egemenliğinde idealiyle kısa yoldan kaynaştığını sanrıladığı, idealini gerçekmişçesine yaşantıladığı, dolayısıyla gelişimi ketleyen sapkın regresif hatta; diğeri, egonun idealini ileriye yansıtıp ikincil sürece ve gerçeklik ilkesine tabi içselleştirme ve özdeşleşmelerle zenginleştiği nevrotik hatta yürüdüğü iki farklı güzergâhı ayrıntılarıyla işler.

        Sapkınlıkta, narsisistik yetersizlik tümden yadsınır ve narsisistik tamlık sanrısıyla ikame edilerek yok sayılır. Nevrotik hatta ise narsisistik yetersizliğin varlığı kabul edilirse de yapısal bir durum olarak değil nesne ilişkileri içinde oluşmuş, giderilmesi mümkün konjonktürel, dolayısıyla geçici bir arıza olarak temsil edilir. Sapkın ile nevrotik mutlak narsisizmi arzulamak bakımından kardeştir; sapkın olanı nevrotik olandan ayırt eden, mutlak narsisizm fantezisine ulaşılmış olduğunu sanrılamasıdır; nevrotik ise mutlak narsisizmi ileride ulaşılması mümkün bir ideal olarak yaşantılar. Daha doğrudan ifade etmek gerekirse, özne mutlak narsisizme ulaşmış olduğunu sanrılıyorsa sapkın, mutlak narsisizmi bir ideal olarak arzuluyor ve ulaşmaya çabalıyorsa nevrotiktir. Sapkın olanı psikotik olandan ayıran ise, sapkının mutlak narsisizme ulaşmış olduğu sanrısını gerçeklik ilkesine süren sadakati sayesinde ikincil sürece uygun olarak akla ve gerçeğe uygun hâle getirmeye çalışmasıdır; sapkın henüz “Tanrı” olduğunu iddia edecek kadar gerçeklikten kopmamıştır zira; olsa olsa en zeki, en güzel, en çekici vb. olduğu iddiasındadır; psikotik ise gerçeklik ilkesiyle bağını koparmış hâlde düpedüz tanrı(sal) olduğunu sanrılar ve savlar.

***

Nevrotik öznellikte, narsisistik yetersizliğin, ontolojik bir nitelik olarak değil, bilakis nesne ilişkilerinden kaynaklanan, o hâlde geçici, giderilebilir bir arıza olarak yaşantılandığını ifade etmiştim. Kritik soru şu: narsisistik yetersizliğin, ruhsal fenomenolojide, ontolojik alandan değil de iradenin ve özgürlüğün temellendiği nesne ilişkisel alandan kaynaklandığı yanılsaması eşliğinde temsil edilmesinin gerekçesi nedir? Arzu gerçekliğin sert duvarına çarptığında neden böylesi bir tepki verir?

Ontolojik temelli narsisistik yetersizliğin öznellikte nesne ilişkisel biçimde temsil edilmesi, her şeyden önce, benliği ontolojik acizliği karşısında yaşadığı çaresizlikten ve umutsuzluktan kurtarır, zira eğer frustrasyonlar konjonktürel nesne ilişkilerinden kaynaklanıyorsa frustrasyonun kaynağı olan nesneyi ve/veya benliği, nesne ilişkisini ve/veya durumu bir biçimde etkilemek suretiyle söz konusu frustrasyonlardan, acizlikten ve çaresizlikten kurtulmak mümkün olabilecektir. Bir başka ifadeyle, şayet, bu dünyada “varoluşsal mutsuzluğa” sebep olan “şey” değişmesi imkânsız “Kader” değil de, nihayetinde, değişme/değiştirme imkânı olan bir “nesne ilişkisi” ise tüm frustrasyonlardan kurtuluş mümkün demektir. Zira söz konusu “nesne ilişkisi” bir şekilde dönüşebilir, olmadı ortadan kaldırabilir. İşte o vakit, insanoğlu tüm ıstıraplarından, tatminsizliklerinden ve bilcümle mutsuzluklarından ve hatta ölümden kurtulur, mutlak narsisizmin tanrısal krallığına, her arzunun ve hevesin doyum bulduğu ebedî saadet cennetine kavuşur.

Görüldüğü üzere, yapısal narsisistik yetersizliğin, öznellikte konjonktürel nesne ilişkisine atıfla temsil edilmesi, narsisistik ütopyanın ayrılmaz parçasıdır. Bu sayede narsisistik yetersizlikten kurtulmak -yanılsamalı biçimde de olsa- imkân dâhiline girdiği gibi, mutlak narsisizm de fantezi düzeyinden gerçeklik düzeyine -bir sanrı olarak da olsa- terfi eder. Ontolojik-yapısal yetersizliğin konjonktürel nesne ilişkisel tarzda temsilinin, insan(lık) için vazgeçilmez bir ruhsal gereksinim olduğunu anlamak son derece önemli dolayısıyla. Hiçbir öznel varlığın sorumlusu olmadığı, esasında yapısal yetersizlikten (ya da mevcudiyetin öznesiz, niyetsiz, kasıtsız kozmik kayıtsızlığından) kaynaklanan frustrasyonlardan, insanlık durumunu karakterize eden eksiklikler ve yetersizliklerden niyet sahibi bir öznelliğin sorumlu tutulması (meme, anne, baba, Tanrı, kader, kör talih, şahsi yetersizlik ve aptallık vb.) insan ruhsallığı için kritik bir işlev görür: Neden mükemmel cennette değil de kusurlu dünyada olduğumuzu açıkladığı gibi, söz konusu nesne ilişkisi bertaraf edildiği takdirde hasreti çekilen ebedi mutluluğa ulaşılabileceğimiz muştusunu da içerir.

Oysa narsisistik yetersizliğin ontolojik doğası, yaşanan frustrasyonların, iradenin etki alanı içinde kalan nesne ilişkilerinden değil, insanın bu dünyadaki varlık hâlinden, yani iradenin üzerinde tasarrufta bulunamayacağı bir varlık alanından kaynaklandığı anlamına gelir ki sapkın benliğin asla kabullenmeye yanaşmayacağı hakikat işte budur. Zira sapkın benlik frustrasyonlara açık insanlık hâlinden er veya geç kurtulabileceği umudundan asla ve asla feragat etmek istemeyecektir.

KADER VE TEVEKKÜL

Peki, narsisistik tamlık hayaliyle güdülenmeyen ya da ona kayıtsız kalan bir benlik hâli mümkün mü? Narsisistik yetersizliği inkâra yönelmeyen, bilakis varlığını kabul eden ve yaratıcı biçimlerde onarmaya çalışan ikincil yöntemin bunu mümkün kıldığını ileri süreceğim. İkincil süreç ve yapıların egemenliğindeki ikincil yöntem sayesinde insanoğlu bu dünyadaki mevcudiyetinin hakikatiyle yüzleşir, narsisistik yanılsamalara kapılmaksızın yetersizliğini ve aczini sabır, sebat ve tevekkül içinde telafiye çalışır.

Acizlikle baş etmede ruhsallığın müracaat ettiği ilk yöntem verili, refleksif ve -deyim yerindeyse- “fabrika ayarı” tepkidir. Oysa ikincil yöntem ruhsallığın özgürlük alanına ait bir olasılıktır, kaçınılmaz olarak ortaya çıkmaz; oluşumu, olumlu/libidinal bağlamda, benliğin ve nesnelerin aktif iradesini gerektirir. Ruhsal dünyaya hangi yönelimin egemen olacağı, ikincil yöntemin yapılaşmasına ve birincil yöntemle arasındaki “iktidar mücadelesi”nin seyrine göre belirlenecektir. Bir başka biçimde ifade etmek gerekirse, birincil yöntem ruhsallığın acizlikle mücadelesinde verili ve refleksif tepki olarak her hâlükârda mevcutken ikincil yöntemin iç dünyada belirmesi, yapılaşması ve “ruhsallığın iktidarı”nı ele geçirmesi benliğin nesne ilişkilerinde yaşadıklarına bağlı olarak olumlu/libidinal nesne ilişkilerinin olumsuz/agresif olanlara baskın hâle gelmesine endekslidir. Bütünleşmiş olumlu/libidinal nesne ilişkilerinin desteğiyle ikincil ruhsal yapı ve süreçler iç dünyaya egemen olabilseler de bu durum mutlak ve ebedi değildir; acizliğin hissedilen şiddeti ve agresif yaşantıların yoğunluğu ölçüsünde her daim tehdit altındadır.

O yüzdendir ki insanoğlu için ruhsal olarak büyümek ve olgunlaşmak; yanılsamalara kapılmaksızın bu dünyadaki kökensel varlık durumuyla cesaretle yüzleşmek ve hesaplaşmak; bir yandan travmatik bir mevcudiyet olarak yaşantıladığı insanlık hâlinden kurtulmaya yönelik tüm büyüklenmeci yanılsamalarından feragat edip salt insandan ibaret olmaya razı gelmek, yani insanileşmek; öte yandan sılaya dönmek için gün sayan bir gurbetçi eğretiliğiyle yaşadığı bu dünyanın aslında bir ötesi olmadığını, ne yapacaksa burada yapabileceğini fark edip nihayet bu dünyaya yerleşmek, yani dünyevileşmek zordur zor olmasına ama onun için tek çıkar yol da budur.

Nitekim, optimal gelişim seyri içinde insan, acizliğine tahammül edebildiği ölçüde, ontolojik gediği sıfırlama hırsını dizginleyip bu dünyanın sıradan nesnelerini büyülü fetiş-nesneler biçiminde sanrılamaktan kurtulur. Giderek dünyaya ve nesnelerine sevgiyle bağlanabilen ve insandan ibaret olamaya rıza gösteren bir makama yükselirken artık sesi iyiden iyiye kısılmış yanılsamaların davetkâr çağrılarına pek kulak asmaz hâle gelir. Hoş ama boş vaatlerle baştan çıkmayacak kadar olgundur artık.

DÜNYEVİ VE İNSANİ MAKAM

    Bu dünyadan başka bir dünya yok, arama
Senden benden başka düşünen yok, arama
Vazgeç ötelerden, yorma kendini
O var sandığın şey var ya, o yok arama! 

       Ömer Hayyam

Dinsel düşüncede dünyevileşmek neredeyse her zaman olumsuz bir çağrışıma sahiptir oysa.  Bir hayal perdesi ve imtihan âlemi olarak addedilen bu dünya ve nimetlerine kapılıp da “asıl âlem”i unutmak kınanır. Bu nedenle çeşitli dinsel ve/veya mistik-tasavvufi ekoller insanoğlunun dünyevi nesnelere ve eylemlere “nefsi düşkünlüğü”nü ortadan kaldırmak amacıyla bazı çile, perhiz ve kaçınma pratiklerine başvurur. Dinsel düşüncede, insanın kendini kaptırmaması salık verilen dünya ve nimetleriyle kast edilen, aslında, fetiş karaktere bürünmüş ve buna uygun olarak muamele edilen nesneler dünyasıdır.

Dinsel dünya görüşü, ontolojik gediği kapatma hayaline kapılmış insanoğlunu, gediği kapatacağına inanılan fetiş nesnelere yönelik düşkünlüğü ve peşinden sürüklendiği tanrısal büyüklenmeci ihtirasları karşısında uyarırken haklıdır. Evet, insani varlığa nakşolmuş ontolojik gedik kapanmayacaktır; evet, insanoğlu, yanılsamalı biçimde gediği kapatmaya muktedir nesne olarak sanrıladığı fetiş nesne ve nesne-eylemlere tamah etmekten kaçınmalı, nafile gayretlerden caymalıdır. Ancak tüm bu uyarılarına rağmen, dünyayı kutsal mekân ve kutsal kişilerle, kutsal nesne ve eylemlerle büyülerken aslında fetişlerle bezeyen, narsisistik yetersizlikten muaf ego idealini gerçek addettiği bir varlığa (Tanrı) yakıştıran, bu dünyanın biricikliğini inkâr ederken (“fani ve/veya yalan dünya” söylemi) dünyevi acizliğin sıfırlanacağı ideal bir mekânı (Cennet) varsayan, bir başka yer ve zamanda insan olmaktan kaynaklanan tüm yetersizliğin, aczin ve ıstırabın dineceğini ve tümgüçlü bir benlik hâlinin mümkün olduğunu vaz eden dinsel düşünce, son tahlilde, insanlıktan kaytarma gayretinin bir türevi olmaktan ileri gidemez.

Dinsel veya seküler, tüm mutlakiyetçi ütopik ideolojilerin telkin ettiğinin aksine, insan olgunlaşmak, büyümek ve gerçekten mutlu olmak istiyorsa şayet, dünyevileşmeyi ısrarla talep etmesi, insanilikte ayak diremesi icap eder. Bu ısrar ve kararlılık sayesinde mevcudiyetinin temel hakikatini ondan gizleyen yanılsamalardan özgürleşirken fuzuli endişe ve arzulardan kurtulmakla kalmaz, mevcudiyetinin eğretiliğini/yetersizliğini telafi edecek gerçekçi ve köktenci uğraşlara odaklanma imkânını da kazanır. İnsanileşmek ve dünyevileşmek insanoğlunun nihai olgunluk makamıdır çünkü.

KAYNAKÇA

Chasseguet-Smirgel, J. (1984). Creativity and perversion. New York, NY: W.W. Norton &

            Company.

Chasseguet-Smirgel, J. (1985). The ego ideal: A psychoanalytic essay on the malady of ideal.

            New York, NY: W. W. Norton & Company.

Freud, S. (1909). Analysis of a phobia in a five year old boy (Little Hans). SE 10: 5-149.

Freud, S. (1918). From the history of an infantile neurosis (The Wolf Man). SE 17: 7-122.

Freud, S. (1923). Ego and id. SE 19: 1-59

Freud, S. (1924). The dissolution of the oedipus complex. SE 19: 173-179.

Freud S.(1925). Some psychical consequences of the anatomical distinction between sexes.

SE 19: 241-258.

Freud S. (1940). An Outline of psychoanalysis. SE 23: 139-208.

Gillibert, J. (1967). Deuil, mort, même. Revue française de psychanalyse, 31, no.1,143-171,

Grunberger, B.( 1979) ‘Narcissism and The Oedipus Complex’. Narcissism içinde. New

York:  International Universities Press, , pp.265-281

[i] İnsan evrimini ruhsal sonuçları bakımından ele aldığım inceleme yazısı için bkz. Kızıltan, H. (2012).   Ruhsallığın evrimsel kökeni. Suret, 1, 211-255, İstanbul: Encore.

[ii]“Organik ego” kavramını, egonun içerdiği psikanalitik anlamın ötesinde, ruhsal işleyişi idare eden, genetik olarak belirlenmiş zihinsel yapı ve işlevlere işaret edecek biçimde kullanıyorum.