Ölüm Dürter
Haz İlkesinin Ötesinde adlı eserinde Freud (1920) ruhsallığın libidinal tatmin ve haz arzusunun ötesinde, çok daha derin ve gizemli bir güdülenmenin etkisi altında olduğunu ileri sürer: Ölüm dürtüsü. Freud’a göre canlı varlığa içkin ölüm dürtüsü, esasında, orijinal inorganik duruma dönmeye yönelik biyolojik bir gereksinimden kaynaklanır. Dürtüsel hayatın temel eğilimini oluşturduğunu öne sürdüğü bu meta-dürtünün hâkimiyeti altındaki tüm dürtülerin nihai amacı maddenin yaşam öncesi inorganik durumunu ihya etmek, cansızlığın mutlak dinginliğine geri dönmektir.
Aslına bakılırsa Freud metapsikolojik çalışmalarının en başından itibaren nöral ve/veya ruhsal yapıda uyarılmışlık halinin söndüğü mutlak dinginlik durumuna yönelik bir eğilimi varsaymış, kuramsal gelişimin hemen her döneminde söz konusu eğilime farklı adlandırmalarla (Eylemsizlik İlkesi, Nirvana İlkesi ve Ölüm Dürtüsü) işaret etmeyi sürdürmüştür. Örneğin 1895 tarihli Bilimsel Bir Psikoloji için Proje elyazmalarında (1950) nöral sistem dâhilinde cereyan eden enerji akışından söz ederken nöral aygıtın birincil işleyişinde enerjinin hemen ve mutlak boşalımının (ki nöral eylemsizlik ilkesi olarak adlandırır) esas olduğunu yazar. Nöronların aldığı enerjinin tümünü boşaltma eğiliminde olduğunu, nöral aygıtın yalnızca boşal(t)ma eğiliminde değil, daha da radikal biçimde uyaran kaynaklarından kaçınma eğiliminde olduğunu iddia eder. Keza, nöral aygıtın işlevinin organizmanın içsel enerjisini mümkün olan en düşük seviyede tutmak olduğunu varsaymış, nöral aygıtı fazla uyaran yükünden koruyan işlevleri söz konusu aygıtın uyaran miktarını sıfır düzeyinde tutmaya yönelik temel eğilimiyle ilişkilendirmiştir (Freud, 1920).
Eylemsizlik ilkesi, Haz İlkesinin Ötesinde eserinde yerini Nirvana İlkesi’ne bırakır. Budizmden ödünç alınmış bir kavram olan Nirvana ilk kez Alman filozof Arthur Schopenhauer tarafından batı düşünsel literatürüne dâhil edilmiştir. Orijinal anlamında, insani arzunun sönmesini, kolektif ruha, huzur ve sükûnet haline dâhil olduğunda bireyselliğin silinmesini ve nihayet mutlak hiçlikte yok olmayı ifade eden kavramın işaret ettiği deneyim psikanalitik kuramda Nirvana ilkesine dönüşür (Laplanche ve Pontalis, 1988). Ruhsal aygıtın içsel veya dışsal kaynaklı uyarılma niceliğini sıfıra veya mümkün en düşük seviyeye düşürmeye yönelik radikal eğilimi temsil eden Nirvana ilkesi Freud’a göre içsel gerilimden mutlak biçimde kurtulmayı amaçlar ve son tahlilde ölüm dürtüsünün nihai istikametini temsil eder.
‘Yaşamcı’ Söylemin İdeolojik Hegemonyası
Oysa bilincin ve kültürün yaşamı yücelten hâkim söylemi insanın ölümle ilişkisini salt endişe üzerinden okur; insanın ölümden ölesiye korktuğunu, asla ölmek istemediğini, ebedi bir yaşam arzusuyla güdülendiğini aksi düşünülmesi imkânsız bir hakikat olarak vazeder. Gerçekten de insanın ölüm korkusu o denli aşikâr bir olgudur ki ölümü salt endişe kaynağı olarak ele alan söz konusu söylem, malûmu ilam etmekle, ispatı fuzûli bir hakikati dile getirir gibidir.
Varlığına yoracağımız delillerin bolluğu ve dolayımsızlığı sayesinde sadece insanın değil her canlının mustarip olduğu apaçık gözlenen malûm endişe insanın ölüme ilişkin yegâne makul duygulanımı olarak bilinçlerdeki yerini kolayca alır ve böylece ölüm söz konusu olduğunda korkmaktan başka bir duygusal ve/veya ruhsal tepkinin olabileceği unutulur, unutturulur. Çünkü bilincin ve kültürün düşmanıdır ölüm. ‘Varolmanın dayanılmaz ağırlığı’ndan bezip de yokluğun ebedi istirahat vadeden hafifliğine cezbolmasın diye, bilinç ve kültür bir yandan insanı varlık sahasında tutacak türlü ödüllendirici hazlar ve özendirici vaatler sunarken öte yandan işi sıkı tutup ölüme sempatiyi kıracak ‘polisiye tedbirler’ alır. Varlık yokluğa, yaşam ölüme karşı örgütlenir.
Bu dünyada geçici bir varlık olduğunun bilinciyle, yok olmaktan dehşete kapılan insanoğlu, yaşamı ölümden arındırmak amacıyla, varlığı ve yaşamı kutsayan/yücelten ideolojik bir söyleme başvurur. Bilinç ve kültür adına, ölüme karşı yaşamı kayıtsız şartsız savunan bu söylemin yaşamı pazarlama stratejisinin en önemli bileşeni, insanın ölümle ilişkisinin endişeden ibaret olduğu propagandasıdır. İnsanoğlunu ölüm arzusunun anaforundan caydırma ve ne pahasına olursa olsun hayat sahasında tutma gibi ideolojik bir işlevi olan hâkim söylem, endişeyi, insanın ölümle ilişkisinde temel ve olağan duygulanım olarak resmileştirirken ölüm arzusuna da tarafgir bir müdahalede bulunur ve kendi ideolojik kurgusundan hareketle anlamlandırır.
Varlığı ve yaşamı kutsayan/yücelten söylemin tüm kültürel ve ruhsal hegemonyasına rağmen, o veya bu nedenle, yaşamı değil ölümü arzulayan, bu arzuyu yalnızca hissetmekle kalmayıp eyleme de dökmüş insanlar tarih boyunca her zaman ve her yerde olmuştur. ‘Yaşamcı’ söylemin, ölüm arzusu ve onun eylemi intihar karşısındaki tavrı, büyüklenmeci söylemindeki mutlaklığı zayıflatan her girişim karşısında benzer tutum alan herhangi bir ideolojik iktidarın tavrından farksızdır: Yaşamı arzulamak dururken ölümü arzulamak bastırılması gereken sapkın bir dürtü ve/veya tedavi edilmesi gereken bir hastalık, intihar eylemi ise yaşamcı düzene kast etmiş ve ne pahasına olursa olsun engellenmesi gereken bir suç eylemi muamelesi görür.
Varlığı ve yaşamı kutsayan, yokluğu ve ölümü lânetleyen yaşamcı ideolojik söylemin güdümüyle ölüm arzusunun bastırılması benliği daha huzurlu kılmaz; bilakis bastırmanın basıncıyla ölümden duyulan endişe çok daha şiddetlenir, varlığın ve yaşamın fetişleştirilmesi gözü tok yaşamseverliği açgözlü bir yaşamseviciliğe dönüştürür. Ölüm endişesiyle abanılan yaşam hakiki neşesini yitirir.
İnsan Ölmek de İster
İnsanın hakikatine erişmek uğruna bilincin insana ve hayata dair uydurduğu tüm mitleri, söylediği tüm ‘yalan’ları deşifre etmeyi salt bilimsel ve felsefi uğraşa değil, etik bir sorumluluğa da dönüştürmüş olan psikanaliz, Freud’un ölüm dürtüsü saptaması sayesinde bilincin ve kültürün ölüme dair temel söylemi içinde gizlenmiş bir başka söylemi, hâkim bilincin ‘resmî ideolojisi’ne ters düşen esaslı bir güdülenmeyi bilince çıkarır: İnsan yaşamayı arzuladığı kadar ölmeyi de arzular!
Ruhsallığın derinliklerinde, yaşamın cazibesine kanmayan, var olmanın hiçbir nimetine ve vaadine tenezzül etmeyen, “yaşam çilesi”nin bir an evvel son bulmasını ve cansızlığın dinginliğini tutkuyla arzulayan ölümsever güdülenmenin keşfi, insanın ölümle ilişkisini salt endişeden ibaret sayan bilincin ve kültürün hâkim söylemini temelden sarsar. Varlığı ve yaşamı kutsayan/yücelten hâkim söylemin kategorik olarak sapkın ve/veya patolojik saydığı ölüm arzusunun, illâ ki her koşulda marazi olmayabileceğini ima eden, bilakis en temelde ve son tahlilde canlılığın yaşamsal dinamizmi karşısında doğal bir eylemsizlik tepkisi olduğuna dair saptama, ölüme dair muktedir söyleme esaslı bir darbe indirir. Böylece ölüm dürtüsü ve onun nesne ilişkisel türevi olan ölüm arzusu, Freud’un psikanalitik müdahalesiyle bilincin ve kültürün ideolojik bakışından özgürleşir, yaşam dürtüsüyle eşdeğer konuma kavuşur ve doğallaşır. İnsanın ölümle ilişkisinde endişenin yanısıra arzunun da yer aldığı nihayet anlaşılır.
Ölüm dürtüsü, iç dünyamızda, kişisel mazimizdeki herhangi bir travmatik yaşantıdan bağımsız, salt yaşıyor olmaktan kökenlenen, belli ki yaşamanın bizatihi kendisini ontolojik bir travma telakki eden ölümsever benliğin varlığında temsilini bulur. Varoluşumuzun alacakaranlık kuytuluğunda, yukarılarda akıp giden hayatın curcunasına sırt çevirmiş, yokluğun ve hiçliğin erdeminden zerre şüphe etmeyen bir mümin misali, vuslat gününü bekleyen bu benlik, yaşam yoluna sapmış varlığa durmaksızın ölümü tebliğ eder.
Yaşamı âdeta varlığın bir arızası gibi gören ölüm dürtüsü ve güdümündeki ölümsever benlik, bir an evvel bu “hayati” yanlıştan dönmesi için ölümü icat eden ontolojik bir iradenin
varlığına işaret ediyor sanki: Zamanın ve maddenin kaidelerine tâbi canlı varlığa içkin doğal bir irade; neden ve nasıl oluştuğu meçhûlümüz olan, varlığı yokluğa, canlılığı ise ölüme geri çağıran güçlü ve ısrarlı, aslı astarı belirsiz bir kudret: ‘Yaşamcı’ söylemin kâbusu…
Varolmanın Dayanılmaz Ağırlığı
Kleincı bir psikanalist olan Hanna Segal (1986), yaşamın en başında, insan yavrusu herhangi bir gereksinim hissettiğinde, biri benliği nesne aramaya sevk eden yaşam tutkusu, diğeri algılanan her şeyle beraber algılayan ve yaşantılayan benliği de ortadan kaldırmaya yönelik agresif tepki olmak üzere iki farklı ruhsal tutumdan söz eder. Freud’un yaşam dürtüsü-ölüm dürtüsü diyalektiğini teyit eden Segal’in bu gözlemi, insan ruhunda içgüdüsel gereksinimlerden kaynaklanan uyaranlara yönelik birbirine taban tabana zıt iki bağdaşmaz yönelimin varlığını kuvvetle vurguluyor. Peki, ama herhangi bir gereksinim belirdiğinde benliğin söz konusu gereksinimi tatmin edecek veya tatmine taşıyacak nesne arayışına girmesi akla ve sağduyuya daha yatkın bir tepki olarak görünürken, benlikle beraber uyaranı, uyaranın kaynaklandığı ve yöneldiği tüm nesneler âlemini ortadan kaldırma arzusu niye? Yaşamak dururken (ve mümkünken) ölmeyi arzulamak da neyin nesi?
Hazları ve tatminleriyle, imkânları ve fırsatlarıyla ödüllendirici de olsa, yaşamak aynı zamanda yorucu ve zahmetlidir. Kendini olumlu duygulanımlarla belli eden ve insanın iyi hissetmesini sağlayan fiziksel ve ruhsal homeostasis, sürekli bir çabaya ve enerjiye gereksinir. Benlik bir yandan yaşamsever bir güdülenme doğrultusunda büyümek, çoğalmak ve birleşmek suretiyle canlılığını sürdürmeye ve iyilik halini yakalamaya, “hep”leşmeye çalışırken, diğer yandan yaşamsal süratin yol açtığı eylemsizlik arzusuyla dinginlik ve huzur vadeden” hiç”leşmeye meyleder. Ölümsever bir güdülenme doğrultusunda tüm uyarılmaların yükünden ve yoruculuğundan, tatmine mâni olan gerçek ve/veya fantastik tüm engellerden ufalarak, küçülerek ve nihayet kendisini yok ederek kurtulmaya çalışır. Sanılır ki bu sayede hayatın huzursuzluğuyla kesintiye uğramış varlığın derin ve tatlı uykusu ölümle beraber son bulacak, bölünmüş mışıl uyku kaldığı yerden devam edecek ve nihayet varlık aslına rücû edecektir.
Tam bu bağlamda, insan bilincinde hiçliği ve ölümü cazip kılan fantastik bir yanılsamayı hatırlatmalı. Hiçlik, ne ilginçtir ki, bilinçte, tanımıyla paradoksal biçimde varlıkla veya bir doluluk metaforuyla temsil edilir. Hiçlik temsili, nesneler dünyasında eksikliği duyulan ve hasreti çekilen vaatkâr bir fanteziyi içerdiği ölçüde benlik nezdinde ölüm çekicilik kazanır. Peki, nedir bu fantezi, nereden türer ve neden benlik açısından caziptir?
***
Nesne ilişkilerinde yaşanan tatminlerden türeyen iyilik hali bilinçdışı fantezi dünyasında mutlak ve ebedi kılınmak suretiyle narsisistik bir fanteziye dönüşür. Merkezi çekirdeğini daha ziyade erken gelişimsel döneme özgü nesne ilişkisel libidinal deneyimlerin oluşturduğu narsisistik fantezi, yaşam dürtüsü-ölüm dürtüsü diyalektiğinden geçip, eşzamanlı olarak, hem yaşam içindeki nesneler âlemine, hem de ölümün yokluk perdesine yansıtılır; yaşam dürtüsü ve ölüm dürtüsü benzer hayalde birleşir böylece. Yaşam dürtüsünün güdümündeki yaşamsever benlik bu ebedi saadet hayalini nesneler âleminde yakalamaya çalışırken, ölüm dürtüsünün güdümündeki ölümsever benlik nesneler âleminin ötesinde arar ebedi saadeti.
Ölümle beraber zamanın ve maddenin kurallarına tabi bedenin ve onun çevreyle ilişkisinin türevi olan bilincin yitip gitmesiyle aslında varlık zeminini de kaybedecek olan narsisistik fantezinin, hiçlik durumunda da süreceğini vehmeden ölümsever bilinç, aslına bakılırsa, ontolojik bir yanılsama içindedir. Maddi-bedensel varlığı ortadan kalktığında bile benliğin varolacağını varsayan söz konusu yanılsamaya kapılmış benlik, varlığı ve yaşamı kendi mevcûdiyetinden bağımsız birer olgu olarak gördüğü ölçüde büyüklenmeci bir içerik de taşır: O yaşamdan ve ölümden münezzeh zaman ve mekân ötesi tanrısal bir varoluşa sahiptir adeta.
İntihar Meşru Olabilir mi?
İnsan hayat içinde nesneler dünyasının mutluluk imkânı ve vaadi sayesinde yaşam arzusuna kapılır ve yaşamak yönünde irade gösterir. Ancak, hayat içindeki hiçbir tatmin narsisistik hayalin tamlığına ve yüceliğine erişemez. Narsisistik tamlık hayali bir “idea”dır çünkü; Tanrısal ve cennetsi mükemmellik sadece ‘idea’lar âleminde mümkündür. Zamanın ve maddenin kaidelerine tabi olan insanoğlu bir an için tatmin yaşasa da, bir sonraki an eksilip eksiklik ve ihtiyaç durumuna tenzil olur. Ancak öyle de olsa, elde edilen tatmin benliği o an ve hâl için iyilik (ve tamlık) hissiyle donatırken, hayat da bu sayede güven tazelemiş olur. İnsan, yaşam dürtüsünün eşlikçisi Eros’un rehberliğinde narsisistik hayalin bir gün –yeniden- gerçek olacağı umuduyla yaşamayı sürdürür.
Peki, gün gelir de hayatın dağarcığında benliğe sunacak tatmin, imkân ve vaat kalmazsa insanın hali nic’olur? Bu trajik an ölüm arzusunun ve eylemi intiharın meşrulaştığını iddia edebileceğimiz varoluşsal bir noktadadır. Ancak çok dikkatli ve özenli olunmalı; söz konusu meşruiyet iddiası ancak ve ancak yaşamın tüm mümkün imkânlarının tükenmiş olması durumunda savunulabilir kanımızca. Örneğin, psikiyatrik bozukluklarda ortaya çıkan ölüm arzusunun -intihara meyletsin veya etmesin- tedavi edilmesi tıbbi ve etik bir gerekliliktir. Bu ilkesel tutum haklılığını ilgili kişinin ruhsal durumu nedeniyle görmekte ve ulaşmakta zorlandığı hayat imkânlarının henüz tükenmemiş ve her şeye rağmen hala ulaşılabilir olmasından alır. Keza, varoluşu ıstıraptan ibaret kalmış, yaşamanın acıyı uzatmaktan başka bir işe yaramadığını hisseden terminal dönem bir kanser hastasının ötenazi talebi meşrûiyetini yine yaşamın dağarcığında ilgili kişiye sunacak tatmin ve imkânların tükenmiş olmasından alır.
Hayatın elinde benliğe sunacak iyicil bir imkân kalmadığı durumlarda meydan ölüm arzusuna terk olur ve narsisistik hayalin yansıdığı hiçlik âleminin davetkâr çağrısı benliği ayartır. İnsan artık ona hiçbir şey sunmayan ve sunmayı da vaat etmeyen nesneler âleminden, ‘varolmanın dayanılmaz ağırlığı’ndan kurtulmayı ve salt mükemmel ‘idea’dan ibaret kalmayı arzular. Artık taşınamaz hale geldiğini hissettiği kendi öz varlığı, hiçlikte parlayan narsisistik hayalin önünde, ortadan kaldırılması gereken bir engele dönüşür. Varlığına kıyarken bir seraba dalar gibi ölüme gider; ancak umudettiğinin aksine, varlığı da serabı da yokluğa karışır.
Kaynakça
Freud, S. (1930). Uygarlığın Huzursuzluğu. (H. Barışcan, Çev.). İstanbul: Metis, 1999
Freud, S. (1950). The origins of psycho-analysis. London: Imago and New York: Basic Books
Laplanche, J., Pontalis, J.B.(1988). The Language of psychoanalysis. London: Karnac Books
Segal, H. (1986). “De l’utilité clinique du concept de pulsion de mort” in La Pulsion de Mort,
Premier Symposium de la Fédération Européenne de Psychanalyse, Paris: Presses
Univarsitaires de France.
[*] Kızıltan, H., Saydam, M.B.(2015). Bir Olasılık Olarak İntihar. Psikeart Dergisi, Sayı: 37, Sayfa: 6-9.