wabiakademi.com

Ruhsallığın Evrimsel Kökeni

Mensubu olduğumuz insan türüne bir an için yabancılaşıp uzaktan baktığımızda çok ama çok ilginç bir varlıkla karşı karşıya olduğumuzu hemen fark ederiz. Evet, o da varlıklar içinde bir varlık, canlılar içinde bir canlıdır. Aynen bir toz zerresi, bir kaya parçası, dalgalanan bir yosun, bir amip, mavi bir balina yahut bir sincap gibi. Yaşamaktan cayıp ölmek istediği zamanları saymazsak şayet, o da nihayetinde tüm diğer canlılar gibi yaşamayı sever; canlılığını sürdürebilmek için çabalar durur kendi meşrebince. Ama tuhaf bir meşreptir onunkisi. Diğer canlılara pek benzemez.

Oysa insan dediğimiz aslında basitçe hayvanlar âlemi içinde yer alan primat takımına ait bir türdür. Ancak diğer primat kuzenlerinden ilgi çekici bazı farklılıklar gösterir. Örneğin beyni en yakın kuzeni şempanzenin beyninden üç kat daha büyüktür; iki ayak üzerinde hareket eder ve yürürken ellerini kullanmaya ihtiyaç duymaz.

Diğer tüm hayvanlar sınırlı yaşam alanlarına bedensel donanımları ve işlevleriyle uyum sağlarken insan, bedeniyle örtüşen böylesi bir dünyadan yoksundur. Neyse ki kültür denen maddi ve simgesel aletler aracılığıyla çölden kutba dek birçok çevreye uyum sağlayabilir; daha da ilginci, içinde bulunduğu hemen her çevreyi bir biçimde yaşanabilir hale dönüştürebilir. Hayra da yorulabilir bu, şerre de; dünyanın her köşesi onun için bir yuvadır ya da sılasız bir gurbette gibidir her neredeyse.

Dilsellik ve ilişkisellik onda kıyas kabul etmez derecede karmaşık bir hal almış, ona insan sıfatını kazandıran niteliklere dönüşmüştür abartısız. Canlılığın devamı için peşine düşülmesi icap eden içgüdüler onun davranışlarını anlamakta yaya kalır. Salt doymak için yemez mesela insan dediğin, lezzet peşindedir, sofralar kurmak, ziyafet çekmek ister; giyinmekte örtünmek değildir sadece maksadı, süslenmek püslenmek, takıp takıştırmak, güzel kokular sürmek ister; çoğu kez üremek için sevişmez, çiftleşmeyi sevişmeye çevirebilmiştir her nasılsa. Salt “ihtiyaç” duymaz diğer hayvanlar gibi yani ama nafile “arzu”lar.

Estetiğe pek bir meraklıdır, görkem gözünü kamaştırır, iktidar başını döndürür, kan döker icabında, haz ve aşk saplantılarıyla pek bir malûldür. Rüya görür, haset eder, kibirlenir, hasret çeker. Her an aklındadır bir gün öleceği, en neşeli anlarında bile keyfini kaçırabilmek gibi tuhaf bir hüneri vardır. Şiir okur, şarkı söyler, acıklı filmlerde ağlar, merak eder uzak yıldızları, bir de kendini, kadeh tokuşturur neşeli yaz akşamlarında, terk edildiğinde 2 yıldır bıraktığı sigarayı tekrar yakar. Uzun uzun tartışabilir pek de mühim olmayan bir konu üzerine, dosttur ama pek güvenmeye gelmez, “korkak, cesur, cahil, hakîm ve çocuktur”, bazen en vahşi hayvanı bile kıskandıracak kadar zalim, bazen de çok müşfik.

Tüm sefaleti ve ihtişamıyla, tüm sıradanlığı ve olağandışılığıyla insan denen canlının tüm bu halleri bu dünyadaki varlık haliyle yakından ilişkilidir kanımca. Bu yazıda söz konusu varlık halinin, insanoğlunun diğer hayvan türlerinin evrimine kıyasla istisnaî bir yol izleyen, onu adım adım diğer “mahlûkat”lardan farklılaştıran evrim süreciyle ilişkili olduğunu ileri süreceğim. İnsanı ve ruhsallığını doğa ile ilişkisi içinden doğru anlamaya çalışacağım.  

Evrimin Arzusu

İçgüdüsel sistemin klasik modelinde içgüdüleri nötralize edecek özellikler organizmaya içkin olarak genetik mekanizmaların nezaretinde yapılanmaktadır. Bu modelde hayvan içinde yaşadığı çevrenin adeta organik parçasıdır; içgüdülerini tatmine taşıyan ve dolayısıyla canlılığını sağlayan yapısal ve işlevsel özellikler, içinde yaşadığı çevresel koşullarla uyumlu bir bütünlük oluşturur. Organizma ile içinde yaşadığı çevre arasında genetik mekanizmaların güvence altına aldığı, aracılık ettiği bir denklik, örtüşme ve mütekabiliyet ilişkisi bulunur. Çevresel koşullar değiştiğinde organizmanın canlılığını sürdürebilmesi içgüdülerini yeni koşullar altında tatmine taşıyacak organik özellikleri kazanabilmesine bağlıdır. Bu modele uygun olarak işleyen evrimsel mekanizmanın görevi ise çevresel koşullarla organizma arasındaki bağlantıyı genetik düzeyde kurmak, korumak ve pekiştirmektir (Kızıltan, 2011c).

Evrim en temelde canlılığın sürdürülmesi lehinde çalışan doğal bir mekanizmadır; bu haliyle  -deyim yerindeyse- “yaşamsever” bir güdülenmeye sahiptir. Değişen çevresel koşullar sonucunda doğayla arasındaki yaşamsal ahengi yitirmiş, içinde yaşadığı çevreye biyolojik olarak yabancılaşmış, dolayısıyla canlılığı tehlikeye düşmüş varlığın tekrar söz konusu ahengi yakalaması için imdada koşar. Sonuç elbette her zaman başarılı olmaz, bilakis canlılık tarihinde soyu tükenen türlere bakarsak sonucu tam bir hezimet bile saymak mümkün. Ancak öte yandan gezegenimiz üzerindeki muazzam yaşam çeşitliğini ve evrende, belki de, biricik olan yaşam olgusunun hala devam ediyor olmasını dikkate alırsak, evet mutlak bir galibiyet olmasa da, en azından “şerefli bir mağlubiyet”ten söz etmek gerek.

Alışıldık evrim sürecinde verili habitat (yaşam alanı) dâhilinde içgüdüleri tatmine taşıyacak biyolojik özellikler  “doğal seleksiyon” mekanizması aracılığıyla gelişir. Hayvan, bu sayede, içinde bulunduğu habitatta yaşamda kalmasını temin edecek donanım ve becerileri kazanırken içgüdüleri tatmine taşıyacak organik donanımla içinde yaşadığı habitat arasında içkin bir bağ da meydana gelmiş olur.

Başarılı bir evrim süreci sonunda organizma yeni oluşan çevreye uyumunu sağlayacak biçimde dönüşmek suretiyle doğayla arasındaki ahengi tekrar yakalar ve canlılığını (bazen yeni bir türe dönüşmüş olarak) sürdürmeyi başarır. Bu işleviyle evrimi organizmayla dünyası arasındaki “yabancılaşmayı” gideren, organizmayı dünyasına tekrardan aşina kılan bir süreç olarak tanımlamak mümkün (Kızıltan, 2011b).

Evrimin Üç Atlısı

Evrimsel mekanizmanın işleyişi temelde üç bileşene dayanır: mutasyon, genetik çeşitlilik ve doğal seleksiyon. Bu üç temel bileşen ardışık bir düzen içinde işler. Bir başka deyişle, mutasyon olmadan genetik çeşitlilik ortaya çıkmaz, genetik çeşitlilik olmadan da doğal seleksiyon eleyici ve seçici işlevini yerine getiremez (Özbek, 2010).  

Nükleik asitler genetik şifrenin canlılar dünyasında kuşaktan kuşağa aktarılmasına aracılık eder. Organizmaların büyük çoğunluğunda bu işlevi sağlayan nükleik asit “deoksiribonükleik asit”, yani DNA’dır. DNA’nın kuşaklar arasında sadık bir haberci olarak hizmet görmesi öncelikle DNA’nın kendi kendine çoğalması veya kendini kopyalamasıyla mümkün olur. DNA molekülünün çift sarmalını meydana getiren iki kordon ayrıldığında, bunların her biri “tamamlayıcı” kordonun yapımına kılavuzluk edebilir. Bir sonraki aşama DNA’da şifrelenmiş genetik kodların proteinleri meydana getiren amino asit zincirlerine aktarılmasıdır.  Sayısız çeşitliğe sahip proteinler hayatı meydana getiren maddelerdir. Bir “gen” ise belli bir proteini şifreleyen bir DNA dizisidir. Genlerin proteinleri “şifrelemeleri”, istenen proteini oluşturmak için gerekli aminoasitlerin birbirine bağlanma sırasını belirlemek biçiminde gerçekleşir (Zeman, 2006).

Evrimsel süreç açısından önemli olan şu ki bir sonraki kuşağa aktarılan DNA genellikle ebeveynin genetik yapısının sadık bir kaydı olmasına rağmen zaman zaman “mutasyonlar”a, ender görülen tesadüfî değişimlere maruz kalabilir. Bir başka deyişle, mutasyon DNA sarmalının baz çiftindeki dizilimde kopyalanma sırasında ortaya çıkan bir “hata”dır. Bu hata sonucunda genetik bir yenilik ortaya çıkar. Değişime uğrayan gen yeni bir kalıtsal özelliğin kodlanması anlamına gelir ve bu suretle yeni özellik topluluğun gen havuzuna katılır (Dawkins, 2004).

Bu kopyalama hataları çoğu kez etkisiz değişimlere yol açar, yani söz konusu DNA’nın şifrelediği proteine hiç etkileri olmayabilirler ya da bilakis dezavantaj oluşturabilir ve yeni kuşağın hayatta kalma mücadelesinde başarısızlığa neden olabilir ama bazen de değişiklik yeni kuşağın biyolojik başarı şansını artırır (Klein & Edgar, 2003). Şayet genetik kazanım türe besin ve eş bulmada, yavruyu erişkinliğe kadar korumada yeni olanaklar sağlıyorsa nüfusun geneline yayılabilir. Mutasyonla gelen yarar ne kadar büyükse o kadar hızlı yayılır. Ama nasıl?

Hücre düzeyinde tesadüfî etkiler sonucunda oluşan mutasyonlar türün gen havuzunda genetik bir çeşitliliğe yol açar. Mutasyonların tek başına yeni türlerin ortaya çıkmasına yol açmadığını bilmek önemlidir; yalnızca ve yalnızca varolan türler içindeki genetik çeşitlenmeyi artırırlar. Genetik çeşitlenme üzerinde işleyen doğal seleksiyon mekanizmasının işlevi ise tesadüfî değil bilakis kastî bir mantığa dayanır; söz konusu mekanizma otomatik olarak iyi mutasyonları seçer, zararlı olanları ise büyük ölçüde eler, ancak burada belirleyici olan seçilim baskısı yaratan etmenin niteliğidir.

Seçilim -ya da ayıklanma- baskısı uygulayan etmen bir avcı olabileceği gibi kuraklık, hastalık, açlık, kirlilik gibi yaşam tehdidi yaratan herhangi bir neden olabilir. Seçilim baskısı yaratan etmene uygun olarak, rastgele oluşmuş biyolojik çeşitlilik içinde, yeni koşullar altında canlılığı sürdürmeye hizmet edebilecek belli özellik veya özelliklere sahip bireyler doğal seleksiyon tarafından seçilip hayatta kalırken diğerleri yok olurlar (Ertan, 2008).

Yeni genlere sahip olan kuşaklar yaşadıkları ortama görece daha iyi uyum sağladıkları takdirde başarılı biçimde üreyerek bir sonraki kuşağa bu genleri aktarırlar. Böylece doğal seleksiyon tarafından tercih edilecek avantaja sahip olan genlerin topluluk içindeki sıklığı bir kuşaktan diğerine nispeten artar ve o genlerin belirlediği biyolojik özellikler gen havuzunda korunmaya devam eder. Böylece canlıya yaşama mücadelesinde katkı sağlayan özellik, söz konusu topluluğu oluşturan bireylerde zamanla yaygın ve içkin hale gelir.

Evrimin genellikle büyük kalıtsal grupların yavaş ve kararlı dönüşümleriyle değil, “türleşme” yoluyla (bir soyun atasal gruptan ayrılmasıyla) ilerlediğini bilmek önemli bir noktadır. Peki, türleşme nasıl ortaya çıkar?

Ernst Mayr tarafından yaygınlaştırılan “alopatrik” kuram uyarınca yeni türler ataların yaşam alanının kıyısında, atasal gruplardan ayrılmış çok küçük topluluklarda doğar. Bu küçük yalıtılmış gruplarda türleşme, evrimsel standartlara göre oldukça hızlı gerçekleşir; yüzlerce ya da binlerce yıl (jeolojik zaman ölçeğinde ancak bir mikrosaniye). Söz konusu küçük yalıtılmış topluluklar geniş topluluklara kıyasla yararlı genetik değişikliklerin topluluk içinde kolayca yayılabilmesi için daha uygun koşulları sağladıklarından doğal seleksiyon türlerin yaşam alanının çok kısıtlı olduğu, coğrafi olarak marjinal bölgelerde yoğunlaşma eğilimi gösterir.

Öte yandan büyük merkezi topluluklarda yararlı değişiklikler çok yavaş yayılır, zira değişikliklerin çoğu iyi uyum sağlamış topluluk tarafından sabit bir dirençle karşılanır. Küçük iklim değişikliklerinin gereklerini karşılayan küçük değişimler görülebilir ama büyük genetik değişimler hemen her zaman küçük ve kıyıda kalarak yalıtılmış topluluklarda ortaya çıkar ve böylece yeni türler oluşur (Gould, 2005; Langaney, Clottes, Guilaine, & Simonnet, 2000).

İnsan Kapanmamış Bir Dairedir

İnsanlaşma süreci evrimin ezberini bozan istisnaî bir yol izlemiştir. Değişen çevresel koşullar karşısında sahip oldukları beceri ve donanımları yetersiz ve etkisiz kalan maymunsu atalarımız kendilerini yaşadıkları çevrenin organik bir parçası haline getirecek ve uyumunu sağlayacak işlev ve özellikleri içeren bir organizmaya evril(e)mediler.  Ancak buna karşılık yaklaşık 7 milyon yıla yayılan evrim süreci içinde geliştirdikleri  –nasıl olduğu evrenin hâlâ en ilginç gizlerinden biri olan–  bir yeti sayesinde hayatta kalabildiler ve insana evrildiler: yaratıcı-sembolik düşünce. Diğer hayvanların evriminde “doğal seleksiyon” mekanizması, verili habitatın koşullarına uygun organizmanın şekillenmesi lehinde işlerken, insanda, ağırlıklı olarak, giderek artan beyin hacmine koşut biçimde, yaratıcı-sembolik düşüncenin gelişimini desteklemiştir. Nitekim insan evrimindeki en dikkat çekici ve insanlaşmayı en çok belirleyen süreç beynin evrimi olmuştur.

İnsanî bilincin karakteristiğini oluşturan yaratıcı-sembolik düşünce, en temelde, diğer hayvan türlerinde rastladığımız genetik olarak tayin edilmiş türe özgü hazır beceri ve donanımın insan türündeki eksikliğinden hareketle, onun yerini tutabilecek bir başka şeyi inşa etme kapasitesine (sembolik etkinlik) dayanır. İnsanoğlu yaratıcı-sembolik düşünce aracılığıyla içinde bulunduğu koşullarda yaşamını sürdürmesini sağlayacak özellikleri kendi dışında, organizma ve zihnin âdeta protez bir uzantısı gibi, “kültür” biçiminde inşa eder; onu doğayla arasındaki boşluğa âdeta bir dolgu malzemesi işlevi görecek biçimde yerleştirir ve ancak bu yolla hayatta kalabilir.

Böylelikle, evrim, insanlaşmayla nihayetlenen süreçte, tarihinde saptayabildiğimiz kadarıyla ilk kez, çevresel koşullara uyum sağlayacak organizma yapısını ve işlevlerini –bir anlamda, deyim yerindeyse, “içsel organik yetkin ego”yu– biçimlendirmekten ziyade kültür üretmeye ve kullanmaya ayarlı yeni bir canlı türü ortaya çıkarmış olur.

                                                          ***

İnsanın evrim çizgisi 7 milyon yıl içinde, dik yürüyen ancak beyin hacimleri günümüz modern iri kuyruksuz maymunlarından pek de büyük olmayan çeşitli “Australopithecus” türlerinden zamanla iri beyinli homo cinsine doğru yol almış, yaklaşık 50 bin yıl öncesine gelindiğinde bedensel, zihinsel ve ruhsal anlamda günümüz insanına, yani “Homo sapiens”e, ulaşmıştır (Reeves, de Rosnay, Coppens & Simonnet, 2003).

Evrimsel mekanizma homo türünün ilk örneklerinden itibaren yüz milyonlarca yıldır diğer canlı organizmalar üzerinde kullandığı kadim modelden farklı bir model denemiştir. İnsanla birlikte yürürlüğe giren bu modelde içgüdüleri verili koşullarda tatmin edecek organik özellikler artık organizma içinde biyolojik biçimde yapılanmıyor, organizma dışında kültürel biçimde imal edilmeye başlamıştır (Childe, 2006).

Bu sayede ilk kez insanla birlikte bir hayvan türü yaşam alanını bu denli genişletebilmiş; habitat kavramını -deyim yerindeyse- demode kılmıştır. İçgüdüyü verili habitatta tatmin edecek olan genetik olarak tayin edilmiş bedene içkin organik özellikler belirli koşullara uygun olarak şekillendiği için bu koşulların dışında işlevsiz kalır ve hayvanın sınırlı bir çevrede yaşamasını zorunlu kılar. Oysa insanla birlikte canlılığı sürdürmek için sınırlı bir çevreye mahkûmiyet zorunluluğu ortadan kalkmış; insanoğlu yaratıcı düşünce aracılığıyla bizzat kendi oluşturduğu beceri ve donanımlarla çok farklı koşullara kendini uyarlamak suretiyle yaşam alanını neredeyse tüm yeryüzü ölçeğine yayabilmiştir.

Ünlem’in Pençesi

Hayvanlar, yaşadığı çevreyle örtüşen hazır beceri ve donanıma, belirli bir zaman süresi içinde kendiliğinden sahip olurlar. Yani, hayvanlarda çevrelerine uyum sağlamasına olanak tanıyan  –deyim yerindeyse–  “genetik olarak tayin edilmiş yetkin bir içsel ego”, yine genetik olarak tayin edilmiş bir zaman süresi içinde, gereksinimlere karşılık gelen belirli beceri ve donanımları içerecek tarzda kendiliğinden gelişir. Söz konusu beceri ve donanımlar sayesinde hayvan yavrusu, bir yetişkine uzun süre muhtaç kalmadan (hatta bazı hayvan türlerinde buna hiç gerek duymadan) hızla çevresine uyum sağlayabilir ve kendine yeterli hale gelebilir. Genetik olarak belirlenmiş bu “ego” bir bakıma hayvana büyük bir avantaj sağlarken öte yandan hayvanın uyum sağlayabileceği çevresel koşulları sınırlar. Oysa insanda hayvanda olduğu gibi içgüdüsüyle örtüşecek içsel bir ego olmadığı gibi böyle bir ego hiçbir zaman gelişmez de. İnsanoğlu, yaratıcı düşünce aracılığıyla bizzat kendi oluşturduğu beceri ve donanımlarla, aslında hayatta kalamayacağı koşullarda hayatta kalabilmiş, değişen çevresel koşullara kendini uyarlayabilmiştir. İnsanın organik/genetik acizliğiyle birleşen yaratıcı düşünce yetisi gelişiminin zembereği olmuştur.

Hayatla baş edebilmenin bu yaratıcı yolu, insanoğluna, çevresini ve topyekûn hayatı kendi lehine dönüştürme imkânı tanımak suretiyle, içinde yaşadığı koşulların kısıtlayıcılığından özerkleşmesini, değişen koşullara muazzam bir esneklikle uyum sağlamasını mümkün kılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, insanoğlunun ontolojik nitelik taşıyan organik acizliği ve yaratıcı düşünce aracılığıyla bu acizliği aşma çabası; onun en özgün, en insanî, onu diğer hayvan türlerinden ayıran en temel özelliğidir. Dolayısıyla, denebilir ki; insanı insan yapan, bu dünya (ve içgüdüleri) karşısındaki organik acizliği ve bu acizliğini yaratıcı biçimde aşma çabasıdır.

İnsanoğlu, bu dünyaya uyumunu sağlayacak genetik olarak belirlenmiş beceri ve donanıma sahip olmadığı –sahip oldukları da yetersiz kaldığı– için, yaratıcı düşünce aracılığıyla çok farklı koşullara kendini uyarlayacak beceri ve donanımı, söz konusu koşulların özgül niteliklerine ve tarihsel olarak sahip olduğu imkânlara paralel olarak bizzat kendisi inşa etmek zorundadır. Kültür ve onun parçası olan teknoloji, genetik olarak belirlenmemiş ancak ihtiyaç duyulan beceri ve donanımı inşa etme çabasının ürünüdür. Bir bakıma, kültür insanoğlunun dünyayla ilişkisini libidinal tarzda düzenleyen, uyumlu hâle getiren; ontolojik örtüşmezliğin olumsuz sonuçlarını mümkün olduğunca gideren yardımcı egosudur. Kültür sayesinde insanoğlu dünyayla arasındaki, ontolojik örtüşmezliğin yol açtığı agresif ilişkiyi libidinal bir ilişkiye çevirebilme imkânına kavuşur.

Kısacası, insan yaratıcı düşünce yoluyla, işbirliği ve işbölümü içinde inşa ettiği ve topyekûn kültür olarak adlandırabileceğimiz beceri ve donanım sayesinde hayatta kalabilmekte; ontolojik olarak yetersiz egosunu kendi elleriyle yarattığı ikincil egosu olan kültürel uygarlıkla takviye etmektedir. İnsandaki egonun genetik olarak tayin edilmemiş olması, bizzat insanın kendi yaratıcılığının ürünü olması ve onu bedeni dışında kendisinin inşa etmek zorunda kalması, söz konusu beceri ve donanımların gelişen bilgi birikimine ve imkânlara paralel olarak sürekli biçimde geliştirilebilmesini mümkün kılmaktadır. Beceri ve donanımların sürekli yeniden inşaya açık olması insanı tarihsel bir varlık hâline getiren temel dinamiktir. Tarih, insanoğlunun egosunu inşa etme, arzu nesnesini yaratma, tatmin tarzını oluşturma serüveninin zamansallığıdır.

Homo Unplugged

İnsanî organizmanın çevresel koşullara uyum sağlayacak organik özelliklerden ontolojik olarak yoksun olması ve ancak kültür dolayımıyla hayatta kalabilmesi insan ile dünyası arasında ontolojik bir örtüşmezliğe işaret eder. İnsanoğlu ile bu dünya arasındaki ontolojik örtüşmezlik hâli, insanı ve insanlığı anlamamız bakımından belki de ilk saptamamız gereken durumdur.

İnsanoğlunun bedeni ile dünyası arasındaki örtüşmezlikten, genetik süreksizlikten türeyen ontolojik acizliği; bir başka deyişle, içgüdülerini tatmine taşıyabilen, içinde yaşadığı çevreyle mütekabiliyet/denklik ilişkisine sahip, genetik olarak tayin edilmiş içsel yetkin “ego”dan yoksun olması, kendine yetememesi ve dolayısıyla ötekine bağımlı olması onun ontolojik hakikatidir.

İçsel ve çevresel içgüdüsel uyaranlara karşılık gelen, genetik olarak kodlanmış tepki ve donanım repertuarının yetersizliği nedeniyle ancak ve ancak kültürün “regülatör” işleviyle dünyaya (ama kaygıyla, ama ölüm bilinci ve endişesiyle beraber) bağlanabilen insan, kendine özgü bir habitatı olmadığı için  –tam da bu sayede–  çölden kutba dek hemen her habitatta yaşayabilirse de, içten içe bilir ki, bu dünya ona hep bir yanıyla yabancıdır ve olduğu hâliyle yaşayabileceği tekinlikte bir yurt değildir.

Evrim, insanlaşma denemesinde kültürel nesneler (bir başka deyişle uygarlık) aracılığıyla hemen her habitatta hayatta kalabilecek bir canlı türü ortaya çıkarmayı başarmış olsa da  – bir başka açıdan bakıldığında-  kendine ait bir habitatı olmayan, kendini hiçbir yere ait hissetmeyen, bu dünyaya yabancı bir tür olmuştur bu. Varoluşçu felsefe ve psikolojide sıklıkla işlenen insanın bu dünyadaki “varoluşsal yabancılığı”, bu dünyaya adeta yabancı bir cisim gibi “fırlatılmışlığı” (Heidegger) aslında onun bu dünyadaki psiko-antropolojik varlık halinden kökenini alır. 

Anlatılan Bizim Hikâyemizdir!

“Senozoik” diye bilinen jeolojik zaman 65 milyon yıl önce başlar ve günümüze kadar devam eder. Bu geniş zaman dilimi boyunca kıtaların kayması, birbirlerinden ayrılması ve çarpışması sonucu yeryüzünün çevresel ve iklimsel koşullarında muazzam değişimler olagelmiştir. İlk 20 milyon yılda sıcaklık sürekli biçimde yükselmiş, yeryüzünde tropikal bir kuşak oluşmuş, öyle ki bu dönem içinde dünyamız adeta tropikal bir cennete dönüşmüştü. Ağırlıklı olarak yağmur ormanlarından oluşan florası, mevsimsel olmaktan uzak sayılacak denli sabit bir seyir izleyen iklimiyle yerküre hiçbir yerde buz barındırmayacak ölçüde sıcak olma eğilimindeydi. O dönem örneğin Britanya adasının koşulları Malezya ormanlarından pek de farklı değildi (Woods & Grant, 2004).

Bu jeolojik zamanda evrimdeki belki de en önemli gelişme sürüngenlerden boşalan alanları ele geçiren memelilerin olağanüstü hızlı yükselişiydi. Primatlar, filler, domuzlar, kemirgenler, denizatları ve denizayıları, yunuslar ve balinalar, yarasalar ve modern kuşların en büyük türleri ve birçok bitki familyası bu dönemde, 40 milyon yıl önce, ortaya çıktı (Gribbin & Gribbin, 2005).

            Ancak saadet ebedî sürmedi; 40 ile 30 milyon yıl öncesinden itibaren giderek soğuma eğilimine giren gezegenimizin jeolojik ve iklimsel koşullarında yaklaşık 10 milyon yıl kadar önce önemli değişiklikler meydana geldi: Sıcak suların kutup bölgelerine akışını engelleyen ve kutupların donmasına yol açan coğrafi değişiklikler sonucunda, buzularası dönem adı verilen kısa süreli ılık zaman dilimleriyle kesintiye uğrayan uzun bir buzul çağına girildi. Dünya jeologların bir “epok”un  –Miyosen’in-  sonu olarak adlandıracakları kadar değişti (Gribbin & Gribbin, 2005). Bu dönemde başlayan yeni epok  “Pliyosen” olarak adlandırılır ki biz insanlar için geçmiş jeolojik epokların belki de en özelidir. Zira Miyosen çağının sonları ve Pliyosen çağının başlangıcı insan türünün ortaya çıkışıyla ilgili birçok sırrı içermektedir. Ancak asıl olarak insansıların yaşadıkları dönem Pliyosen ve Pleistosenin başlangıcını içine alır ( Özbek, 2000).

Pliyosen çağ Üçüncü Zaman’ın son çağı, Dördüncü Zaman’ın ilk çağı olan buzul devrinden bir önceki çağdır. Pliyosen’in ayırt edici özelliği, iklimdeki bozulmanın ilk bakışta memeli türlerinin çoğalmasına yol açan bir epok olmasıdır. Pliyosen sırasında ilk gerçek insansılar (hominidler) evrim sahnesine çıktılar; bu epokun sonuna gelindiğinde ise atalarımız homo olarak adlandırılacak kadar insandılar.

Pleistosen çağ ise iklimdeki değişikliklerin giderek belirginleşmesiyle ayırt edilir. Kuzey yarım kürenin önemli bölümünü etkisine alan buzul çağları bu dönemde başladı. Her buzul dönemini yağışlı ve ılıman bir iklimin egemen olduğu arabuzul dönemi izledi. Dönüşümlü olarak iklim bir soğudu bir ısındı. Belki pek farkında değiliz ama aslında bizler bir hayli zamandır dondurucu soğuklara ılık bir mola vermiş buzul çağını yaşıyoruz. Bu aslında minyatür ölçekte bir buzul çağı. Ancak sanıldığı kadar küçük de değil aslında. Son buzullaşma döneminin doruk noktasında yani aşağı yukarı 20 bin yıl önce dünya karalarının yaklaşık %30’u buz altındaydı. %10’u hala öyle. %14’ü de permafrost (Sibirya, Alaska ve Antarktika gibi bölgelerde kara yüzeyini kaplayan, sürekli donmuş haldeki toprak) vaziyette.  Yeryüzünde tüm tatlı suların dörtte üçü günümüzde bile buz kesmiş durumda ve her iki kutbumuzda da buz takkeleri var. Dünyanın büyük bölümünde karlı kışlar yaşanması ve Yeni Zelanda gibi ılıman yerlerde bile kalıcı buzullar olması bize gayet doğal görünüyor belki ama aslında gezegen için son derece olağandışı bir durum bu.

Ancak yine de tarımın gelişmesi, kentlerin kurulması, yazının ve matematiğin icadı, kısacası insanlık tarihinin neredeyse tamamı havaların gayet iyi seyrettiği bir zaman diliminde gerçekleşti, ancak bu vicdanlı dönem sürgit devam etmeyecek gibi, zira daha evvelki buzularası dönemler 8 bin yıl sürmüşken içinde bulunduğumuz dönem 11 bininci yıldönümünü çoktan geride bıraktı bile! (Bryson, 2003)

***

İçinde bulunduğumuz buzul çağının nedenleri arasında sıklıkla Himalayaların yükselişi ve Panama kıstağının oluşumu gösterilir; Himalayaların hava akımlarının, Panama kıstağının ise okyanus akıntılarının seyrini bozduğu ileri sürülür. Bir zamanlar ada olan Hindistan son 45 milyon yıldır Asya kara kütlesinin içine doğru 2 bin km sokularak yalnızca Himalayaları değil arkasındaki Tibet platosunu da yükseltti. Varsayıma göre yükselen coğrafya havayı serinletmekle kalmadı, rüzgârları olağan istikametinden saptırıp Kuzey Amerika’ya doğru esmelerine yol açarak bu bölgenin uzun süreli soğuklara maruz kalmasına neden oldu (Jolly, 2004).

Sonrasında yaklaşık 10 milyon yıl önce denizden yükselerek Kuzey ve Güney Amerika arasındaki boşluğu kapatan Panama kıstağı,  Pasifikle Atlantik Okyanusu arasındaki ılıklaştırıcı su akıntılarının dolaşımını bozmak suretiyle dünyanın en az yarısının yağış kalıplarını değiştirdi (Bryson, 2003). Sıcak suların kutup bölgelerine akışının kesilmesi ve iklimin soğumasıyla beraber okyanus suları buzullaşarak Güney Kutbu’na birikti; Antarktika tümüyle buzullarla kaplandı (Klein & Edgar, 2003).

İnsanlığın Atayurdu Afrika

Şimdi, dikkatimizi Afrika kıtasına çevirelim; zira tam bu sıralarda Afrika’da insanın evrimleşmesine imkân tanıyacak koşullar oluşmaktadır. Kıtanın doğu kısmında iki büyük tektonik levhanın giderek birbirinden uzaklaşması sonucu yerkabuğu, Türkiye Hatay’dan başlayıp Kızıldeniz’den ve günümüzün Etiyopya, Kenya ve Tanzanya’sından geçip Mozambik’e doğru bir hat halinde yarıldı. Etiyopya ve Kenya’da toprakların kabarmasıyla oluşan 3000 metreyi aşkın yükseklikteki geniş dağlık alanların yanı sıra alttaki levhaların çökmesiyle kuzeyden güneye doğru 6 bin km boyunca uzanan, Tanganika gölünde 4 bin metrelik derinliğe ulaşan, bazı kenarları yükselip dik bir duvar (Ruwenzori) oluşturan Büyük Rift Vadisi (The Great Rift Valley) oluştu. Söz konusu tektonik gelişmeler bölgenin topografyasını değiştirmekle kalmadı, iklimini de altüst etti. Batıdan doğuya doğru seyreden hava akışını bozan büyük yükseltiler doğuda kalan toprakları yağış alanının dışında bırakarak ormanları beslenme kaynaklarından yoksun bıraktı (Lewin, 1999; Reeves, de Rosnay, Coppens & Simonnet, 2003; Leakey,1996).

Yağmurlar duvarın batı yakasını ıslatmaya devam etti ancak doğu kesiminde yağış miktarı gün geçtikçe azaldı. Bu yakada paleobotanikçilerin doğruladığı gibi yağmur ormanlarının kapladığı alan azaldı, bitki örtüsü değişime uğradı. Sıcaklığın tüm yıl aynı derecelerde seyrettiği tropik cangıl, iklimin zaman içinde mevsimsel hale gelmesi ve nispeten kuraklaşmasıyla beraber gerilemeye başladı; tropik cangıl “adaları” artık otlaklarla ve daha açık ağaçlık alanlarla çevriliydi. Önceleri yoğun tropik ormanlardan oluşan tekdüze bir yaşam alanı giderek çeşitlendi ve birbirinden çok farklı yeni yaşam alanları ortaya çıktı (Lewin, 1993).

Doğu Yakasının Hikâyesi

Fransız antropolog Yves Coppens (1994) Doğu-Batı duvarının insanlarla insansı maymunların birbirlerinden ayrı olarak evrilmesinde büyük önem taşıdığına inanmaktadır:

”Aynı atadan gelen insan ve insansı maymun toplulukları koşulların etkisiyle ayrıldılar. Bu ortak ataların batıdaki torunları yaşama uyarlanmalarını nemli, ağaçlık ortamlarda sürdürdüler; bunlar insansı maymunlardır. Aynı ortak ataların doğudaki torunlarıysa açık bir çevredeki yeni yaşamlarına uyarlanmak için yepyeni bir repertuar yarattılar: bunlar insanlardır.”

Coppens bu senaryoya  “Doğu Yakasının Hikâyesi”  adını veriyor. Kırılma hattının batısında kalanlar ağaçlardaki yaşamlarını sürdürürler, zira Rift Vadisi’nin batısında kalan ve nemli yağmur ormanlarında yaşayan kuyruksuz maymunların ciddi evrimsel değişimlere yol açacak bir doğal seleksiyon baskısı altında olmadıkları düşünülmektedir. Gerçekten de Rift Vadisinin oluşumuna neden olan tektonik hareket sonucu değişen iklim daha çok vadinin doğusunu, bugün hominid fosillerinin bulunduğu alanı etkilemiştir. Vadinin batı kısmı tektonik hareket öncesindeki ekosistemini sürdürürken doğu kısmında ilk atalarımızın evrimleşmesine imkân tanıyacak doğal değişimler gerçekleşmiştir (Güleç & Kaya, 2007).

İnsanlığa Adım Atmak

Afrika’nın kalbinde çetin şartlar kendini, buz çağlarından ziyade ağaçlıkların geriye çekildiği, hem bitki hem de hayvanların yoğunlaşmış bir hayatta kalma mücadelesine girdiği kuraklık çağları olarak gösteriyordu. Aralıksız ağaç örtüsünün bölünmeye başlamasıyla birlikte orman parçacıklarından, ağaçlık alanlardan ve çalılıklardan oluşan mozaik benzeri bir çevre oluştu. Ama açık otluk alanlar hala enderdi. Biyologlar böylesi çok sayıda farklı habitat sunan mozaik çevrelerin evrimsel yeniliği teşvik ettiğini bilirler. Bir zamanlar yaygın ve birbirine benzer olan bir türün toplulukları birbirlerinden ayrılabilir ve doğal seleksiyon sürecinin etkilerine maruz kalabilir (Leakey, 1996).

Ormanlık alanların daralması Afrika iri kuyruksuz maymunlarının kaderini geri dönülmez biçimde etkiledi. Ormanlar küçüldükçe ağaçlardaki boşluk ve azalan besin kaynakları için kızışan rekabet giderek şiddetlendi. Bu rekabetten galip çıkanlar uyum becerilerini yetkinleştirmek suretiyle ormanların derinliklerinde yaşamlarını devam ettirebildi. Ancak artan rekabet karşısında yenik düşenler ormanların kıyılarına sürüklendi. Yeni bir yaşam biçimi bulmak ya da ölmek durumundaydılar ki pek çoğu ölmüş olmalı (Woods & Grant, 2004).

Yeni fiziksel koşullar geleneksel insansı maymunlara uygun olmayan bir habitat sunmaktaydı; ormanların seyrelmesine bağlı olarak meyve ağaçları gibi besin kaynakları, ormanlık alanlarla ağaçlı çayırlık alanların kesiştiği, çeşitlilik arz eden karışık bir yaşam alanı içinde dağınık bir hal almıştı. Bu koşullarda iki ayaklılık (bipedalizm) ormanların kıyılarında yaşama tutunmaya çalışan insansı maymunların bu alanlar arasında gidip gelmelerine elverişli bir devinim biçimi olarak evrimleşecekti. Peki, ama bipedalizm nasıl gelişti?

***

Maymunlar dalların tepesinde koşan ve ağaçtan ağaca zıplayan nispeten küçük, hafif yaratıklarken iri-kuyruksuz maymunlar görece büyük, ağır yaratıklar olarak iki eliyle dalların altında salınır ve yine bir daldan diğerine zıplayarak değil de asılarak geçebilirler. Bu hareket dizilimine  “brakiyasyon”adı verilir. Brakiyasyon ve ağaçlarda salınmanın dik bir vücut yapısının evrimini desteklediği düşünülmektedir; zira brakiyasyonun gerektirdiği anatomik adaptasyonlar insansıların türediği iri-kuyruksuz maymun bedenine pek çok yoldan dik durma görevini yapacak şekilde uyuyordu (Gribbin & Gribbin, 2005).

İki ayak üzerinde yürümenin (bipedalizm) muhtemelen erken hominidler (sahelanthropus, orrorin ve ardipithecus) ve bilhassa homo cinsinin atası kabul edilen “Australopithecus” ile beraber ortaya çıktığı düşünülür. İki ayak üzerinde yürüyebilen ilk insansı aslına bakılırsa görüntü ve davranış olarak henüz maymunumsuydu; dikkatsiz bir göz onu bir şempanze türü olarak görebilirdi. İki ayakla devinen insansılar zamanla insansı iri-kuyruksuz maymunlara özgü beslenme biçimini de tümüyle terk ederek çok çeşitli bitki türlerinden beslenmeye başlamıştır. Kimi türlerde öğütücü dişlerin irileşmesi ve  ön dişlerin küçülmesi sayesinde sert bitkisel besinleri öğütebilme yetisi gelişmiştir (Leakey, 1996).

İlk iki ayaklı türler zamanlarının çoğunu hala ağaçlarda geçirmeye, güvenlik ve korunma için buralara sığınmaya devam etmiş olsa bile iki ayaklılık onlar için son derece önemli bir avantajdı, zira yeni dik anatomileri, pek az ağacı bulunan ya da hiç bulunmayan çevreler dâhil çok çeşitli çevrelerde yer alan yiyecek kaynaklarına erişimi kolaylaştırmıştı.

İki ayak üzerinde hareket eden homonun atası Australopithecuslar gıda ve suya gereksinim duymadan daha uzun süreler yiyecek arayabiliyor, daha uzun mesafeler kat edebiliyor, daha az doğal gölgeliğe sahip yerlerde dolaşabiliyor, doğal gölge ve su kaynaklarına bağımlı olan diğer yağmacı hayvanların ulaşamadıkları besin alanlarından yararlanabiliyorlardı. Artık hareket etmek için ellerine gereksinim duymuyorlardı; bu durum yenilebilir kökleri kazma, yiyecek stoklarını daha uzun mesafelere taşıma gibi amaçlar için ellerinden daha fazla yararlanmalarını sağlamış ve özellikle yiyeceğin çocuklar ve diğerleriyle paylaşılmak üzere taşınması sosyal etkileşimlerde değişime yol açmıştır. Tüm bunlar bir bütün olarak sonuçta insansı nüfusun artmasını ve giderek yeni habitatlara yayılımı desteklemiştir (Lewin, 1999; Özbek, 2009b).

Her durumda iki ayaklılığın ortaya çıkışıyla birlikte insansı soyda hızla sağlam bir şekilde yerleştiği ve birbiri ardına daha sonraki türlere yayılmayı sürdürdüğü tartışmasız bir gerçektir. Bu da evrimsel yeniliğin hangi nedenlerin bileşimiyle olursa olsun, önemli ve büyük ölçekli çevresel değişimlere denk geldiği görülen bir dönemde doğal seleksiyon tarafından kuvvetle tercih edildiğini akla getirmektedir.

İki ayaklılığın kaçınılmaz olarak belli çevresel değişimler yüzünden gelişmediğini akılda tutmalı. Değişmiş bir ortamın kendisi mutlak surette evrimsel bir yeniliğin ortaya çıkmasına neden olmaz. Fakat bir türün üyeleri bazı evrimsel değişimlerle karşı karşıya bulunuyorsa ve genetik varyasyonun sağladığı organik tadilatlar bireylerin bu değişimler karşısında hayatta kalmasına ve üremesine daha iyi bir olanak sağlıyorsa, genetik yeniliğin kuşaklar boyunca toplumda korunması ve yayılması daha olasıdır. Muhtemelen bulundukları topluluklarda daha dik durarak yürüme ve hareket etme özelliği geliştirmiş bireyler, en azından bazı dönemleri ağaçlardan uzakta geçirebildikleri ve yeni oluşmaya başlayan daha açık alanlara daha kolayca gidip gelebildikleri için üreme üstünlüğü kazandılar (Skybreak, 2010).

Bipedalizmin Evrimsel Değeri

Stephen Jay Gould (2010) insan evrimine ilişkin beyin merkezli görüşün uzun yıllar boyunca güçlü bir kültür önyargısı olarak kaldığını ileri sürer. Nitekim ilk evrimciler beynin büyümesinin beden yapımızdaki herhangi bir önemli değişimden önde gelmiş olması gerektiğini savlamışlardı. Öncesinde Ernst Haeckel’den Friedrich Engels’e dek bazı evrimci ve düşünürlerin öngördüğü üzere, dik yürüyen ama beyin hacmi şempanzeden çok da farklı olmayan Australopithecus africanus’un keşfi bu düşünceye son verdi (Gould, 2005). Erken insansılar iki ayak üzerinde durmaları dışında iri maymun atalarından pek de farklı değillerdi aslında. Beyin hacminin büyümesi ve sistematik alet kültürleri 2,5 milyon yaşındaki homo türünün ortaya çıkmasıyla oluşacaktır.

İki ayak üzerinde yürümek iri-kuyruksuz insansı maymun cinsinden insansı cinse geçişte tayin edici sıçramadır; bizi ve atalarımızı diğer insansı maymunlardan (şempanze, bonobo, goril ve orangutanlar) ayıran, hominidler olarak bilinen familyamızın karakteristik özelliği hatta baş ayracıdır (Corballis, 2003). İki ayak üzerine kalkmak öyle kolay başarılacak bir şey değildir. Asıl zor olan bedenin dik duruşu, bir başka deyişle, bedenin temelden yeniden yapılanmasıdır, zira dik duruş anatomik mimariyi her yönüyle etkileyen, beden yapısının, özellikle ayak ve leğen kemiğinin yeniden yapılanmasını gerektiren temel bir dönüşüm olmuştur. Beyindeki büyümeyse ilginçtir ama nispeten daha kolay gerçekleşmiştir. Atalarımız, dolayısıyla, insan olmaya giden yola dik yürümesini öğrenerek ya da buna zorlanarak koyuldular. O çok gurur duyduğumuz büyük beyinlerimiz ayakların adımlarını takip ederek büyümüştür. Belki de iyi bir beyin gerektiren karmaşık işler (alet yapımı gibi) için elleri özgür bırakan dik yürümenin sağladığı fırsatlar yüzünden (Gould, 2010).

***

Antropolog Dean Falk bipedalizmin beyindeki nörolojik bağlantıların da yeniden düzenlenmesine yol açtığını ileri sürer. Ayaklar bir kez yürümek için ağırlık taşıyıcılar haline gelip (ikinci bir çift el gibi) yakalayıcı durumdan kurtulunca, daha önce ayak kontrolü için kullanılan korteks alanları, korteksi başka fonksiyonlar için özgür bırakarak küçülmüştü (Leakey, 1996).

Nedeni ne olursa olsun bipedalizmin uzun vadede çok önemli sonuçları oldu: Elleri hareket etmekten daha önemli işler yapmak üzere serbest bıraktı ve ardı sıra gelişecek insanlaşma sürecinin temelini attı. Uzak atamızın iki ayaklı bir insansı maymun haline gelmesiyle birlikte pek çok diğer evrimsel yenilik de mümkün oldu ve sonuçta mensup olduğumuz homo cinsi ortaya çıktı. İki ayak üzerinde devinen insansılar elbette bizim gibi değillerdi ama iki ayaklılık gelişmeseydi bizim gibi olamayacaklardı (Leakey, 1996).

Ensefalizasyon ve Artık İnsan

Zorlu kuraklık çağlarından yaklaşık yüz bin yıl sonra sonunda yağmurlar geri döndü; ormanlar geçici olarak serpildi, besin kaynakları çoğaldı. Üzerlerindeki ekolojik baskının azalmasıyla o zor zamanlarda muhtemelen ağaçlık alanlara sığınmış olan dik yürüyen insansıların nefes alacakları ve kendilerini toparlayabilecekleri bir fırsat doğdu. Ancak tam türlerin sayısı artmaya başlamışken yeni ve daha şiddetli bir kuraklık baş gösterdi.

Yaklaşık 2,5 milyon yıl önce, insan evriminde ikinci büyük sıçramanın gerçekleştiği dönem küresel iklimin daha da soğuduğu, büyük buz tabakalarının kuzey kutbunu kaplamaya başladığı ve Afrika’nın büyük kısmının daha da kurak hale geldiği bir zamandı. Pliyosen’in sonu ve Pleistosen’in başlangıcına denk gelen bu dönem boyunca bölgedeki yağmur yağışında buzun yüksek enlemlerdeki yayılmasına bağlı olarak dramatik bir azalış oldu. Bu, iki ayaklı türlerin karşılaşacağı benzersiz çevresel baskıları yaratan bir dizi buz çağı ritminin başlamasının işaretiydi.

Buzun 2,5 milyon yıl öncesi civarında bir günde gelip 10 bin yıl öncesi civarına kadar sessizce beklemediğini bilmek önemlidir. Buz ritmik buzlanma dalgaları halinde ilerleyip geri çekilmiş, zekâyı ön plana çıkaran ve bizleri insan yapan yavaş, uzun bir iklimsel değişimin nabzını üretmiştir. Buz çağı ritimlerinin nedenleri ne olursa olsun bizim öykümüz için önemli olan nokta Pleistosen sırasında yeryüzünün kısa buzul araları tarafından bölünmüş olan ve birbirini izleyen uzun buz çağlarına dalmasıdır. Böylesi muhtemelen daha evvel asla olmayan bir şeydi.

            İklimin çok uzun bir zaman zarfında yavaşça ve sabit bir şekilde değişmesi (buna elverişli türler gidişata uyum gösterirken) ya da hızla yeni bir örüntüye aniden atlaması (pek çok türün yok olması ve hayatta kalanların boş kalan ekolojik nişleri doldurmak üzere evrimleşmesi) yerine, insansı türler, minyatür ölçekte işleyen her iki etkene de tekrar tekrar maruz kaldılar. Doğal koşullar insansıları evrimleşmeye zorlayacak denli zorba ancak tümden yok etmeyecek denli merhametliydi. İklim döngüsü, kısa süren nefes aldırıcı boşluklar tarafından bölünmüş daha çetin şartların birbirini izleyen bir yinelenmesi biçiminde olmuştur. Eğer buz 4 milyon yıl ya da hatta 3 milyon yıllığına gelip kalsaydı doğu Afrika bir çöle döner tüm Afrika iri-kuyruksuz maymunları muhtemelen yok olurdu. (Gribbin & Gribbin, 2005).

***

Bir zamanlar kesintisiz muazzam ormanların, daha sonra da ormanlarla ağaçlıklı çayırların karışık halde bulunduğu yerlerde şimdi çok daha geniş, açık, kuru ve büyük ölçüde ağaçsız çayırlar (savanalar) görünüyordu. Böylesi belirgin çevresel değişim dönemleri, kolayca pek çok türün tükenmesine yol açmakla birlikte yepyeni türlerin oluşumunu teşvik eden çevresel koşulları da yaratabilirdi ki öyle de oldu. Kıtanın büyük bölümünü etkileyen yağış azlığı birçok türün yok olmasının, antilop ve diğer memeli türlerin çeşitlenmesine yol açtı.

 Her tarafı kaplamış kuru çayırlar, ilk insansılar için çetin bir ortam oluşturmaktaydı. Bitkisel yiyecek kaynakları geleneksel ormanlara ve önceki dönemin ağaçlıklı çayırlarına göre çok dağınık hale gelmiş ve daha da güvenilmez olmuştu. Ağaçların göreli yokluğu insansı grupları büyük kediler gibi çayır yırtıcılarına karşı korumasız bırakmıştı. Bu dönemde yaşamış olan insansılar savanadaki yaşamla baş edecek yeterli fiziksel donanıma sahip olmadıklarından hayatta kalabilmek için ya yeni bir evrimsel sıçramaya ya da ölüme adaydılar. Beyin hacmindeki sıçramaya paralel olarak gelişen alet yapma, mantık yürütme gibi bilişsel ve dilsel beceriler, sosyal koordinasyonda giderek artan karmaşıklaşma, bu koşullarda yeni bir canlı türünü ortaya çıkardı: Homo habilis!

Homo habilis sadece canlılık tarihinde yeni bir türe işaret etmez, yeryüzü tarihinde birçok bakımdan benzersiz bir varlığın ortaya çıkışını da simgeler. Bu yeni primat türünün ilk örneği, taş alet yapmaya ve kullanımına bağlı olarak farklı bir sosyal organizasyon örüntüsü sergiliyor, öncülü iki ayaklı insansı Australopithecuslar’dan daha karmaşık davranışlarla ayırt ediliyordu. Bu nedenle ortaya çıkan bu yeni türe “becerikli insan” anlamında “Homo habilis” dendi. Bu bağlamda ilk kez bir canlı türü biyolojik donanımından ziyade bilişsel becerilerine dayanarak yarattığı alet donanımı ile hayata tutunuyordu. Homo cins isminin verildiği en erken hominid olan Homo habilis dik yürüyordu ve oldukça küçük yapılıydı (1,2 m boyundaydı), modern bir Homo sapiens’in yarı büyüklüğünde, ortalama 675 cm3 çapı olan beyni vardı.

1,5 milyon yıl öncesine gelindiğinde bu tür Homo erectus’a evrildi. Homo erectus daha uzun boylu (1,6 m) ve daha büyük bir beyni (ortalama 925 cm3) olan, homo soy çizgisini Afrika’nın dışına çıkarıp Asya’ya yayan türdü. 500 bin yıl öncesine gelindiğinde Homo erectus evrimleşip Homo sapiens’in arkaik formlarını oluşturdu. Anatomik olarak bizim gibi olan insanların ise günümüzden 100 bin yıl önce kıta Afrika’sında ortaya çıktığı saptanmıştır. Günümüz insanının dış görünümünü yakalamış olmalarına karşılık yaşadıkları yerleşkelerde bulunan aletler ve hayvan kalıntılarından anlaşıldığına göre davranış bakımından henüz ilkeldiler. 50 bin yıldan bu yana ise davranışta evrim başladı: İnsan davranış ve anatomi olarak modernleşti. Son 50 bin yılda gövdelerimiz pek az değişti ama uygarlığımız giderek hızlanan şaşırtıcı bir gelişme gösterdi. Ufuk açıcı yeni yetiyle donanmış ilk modern insan Afrika’ya yayıldı; kıtanın kuzeyine uzanarak Ortadoğu üzerinden Avrupa’ya, Asya içlerine, Çin’e, daha ötelere ulaştı. İnsan giderek daha zengin kaynaklara el atarak maddi ve simgesel kültürünü geliştirdi (Lewin, 1999).

Ser-best!

İnsanlaşma aşamasına gelene dek evrim, canlı organizma ile içinde yaşadığı çevre arasındaki örtüşmeyi ağırlıklı olarak genetik mekanizmalar aracılığıyla sağlama yoluna gitmekteydi. Canlılığın devamı için evrim tarafından kullanılan klasik bir yöntem olan  “genetik determinizm”  canlıya yaşamda kalması için içsel ve dışsal uyaranlara uygun, genetik olarak belirlenmiş hazır donanım ve tepki/davranış kalıpları sunar. Uyaranları nötralize edecek özellikler ise çevresel koşullara uygun olarak yapılanır. Evrimleşerek, değişen koşullar karşısında canlılığını devam ettirmeyi başarmış organizma, içinde bulunduğu çevreye uygun genetik özellikler geliştirebildiği içindir ki hayatta kalabilmiştir.

Bir sünger ya da denizanası gibi sırf vejetatif reflekslerle canlılığını sürdürmeye çalışan bir organizmanın biyolojik çevresiyle uyumlu ve ahenkli birliği genetik determinizme uygun yaşamanın prototipik örneğidir (Bronowski, 2009; Ditfurth, 2007). Ancak öte yandan genetik determinizmin önemli bir dezavantajına işaret etmeli: Hâlihazırdaki bedensel donanım ve/veya tepki/davranış kalıplarına uygun düşmeyen farklı uyaran koşulları ortaya çıktığında tümden işlevsizleşir ve organizmanın yaşamı tehlikeye girer (Childe, 2004). Dolayısıyla bedensel donanım ve tepki/davranış kalıplarında genetik determinizmin belirleyiciliği ne denli baskınsa, canlının tepki biçimleri o denli katı ve esneklikten yoksun, tepki seçenekleri o denli sınırlı ve uyum sağlayacağı yaşam alanı da o denli dardır.

Evrim tarihini dikkatli bir gözle incelediğimizde evrimin, ilginç bir şekilde, genetik determinizme karşı çevresel determinizmi giderek daha kuvvetle kayırdığını; sınırlı uyaranlara genetik olarak tayin edilmiş sınırlı tepki ve/veya davranışlarla karşılık veren, yaşam alanları kısıtlı canlı türlerinden ziyade, içsel ve dışsal uyaranları tespit edip söz konusu uyaranlara uygun tepki ve davranış biçimleri geliştirebilen; artık “bilinç” diye adlandırabileceğimiz önemli bir yetiye sahip, genetik kazanımlarının yanı sıra öğrenme becerisi de gösteren, tepki tarzlarını çeşitlendirmek suretiyle doğadaki uyaran çeşitliliğine daha geniş yelpazede yanıt verebilen ve böylece daha geniş bir yaşam alanında tutunabilen yeni canlı türleri ortaya çıkarma eğiliminde olduğunu fark ederiz (Mithen,1999).

Örneğin, insan türünün de mensup olduğu primat cinsinin evrimini ele alalım. Arkaik primatlar olarak tanımlanan “plesiadapiformların davranış kalıpları öğrenmeden çok genetik mekanizmaların direkt kontrolü altındaydı; söz konusu hayvanların yaşamları ağırlıklı olarak doğuştan belirlenmiş ve belirli uyaranlara yanıt olarak ortaya çıkmış, deneyimlerle hemen hiç değişmeyen davranış kalıpları tarafından yönetilmekteydi. Plesiadapiformların zihinsel yapısının, davranışları sevk ve idare eden, spesifik uyaranlara karşı son derece özelleşmiş bilgiler içeren bir dizi modülden oluştuğu varsayılmaktadır. Primat evrimi çizgisinde modern primatlara doğru yaklaşıldığında, teknik ifadeyle, “özelleşmiş akılsallık” tipinden (yani uyaranlara verdikleri davranışsal tepkilerin beyinlerinde doğuştan varolduğu, genetik olarak tayin edilmiş bir durumdan) bilişsel mekanizmaların deneyimler yoluyla öğrenmeyi sağladığı “genelleşmiş türdeki akılsallığa” geçişi gözlemekteyiz. Bu genel bir evrimsel eğilime işaret eder, zira 65 milyon yıllık primat evrimi içinde özelleşmiş düşünce şekilleriyle genelleşmiş düşünce şekilleri arasında saptadığımız dalgalanma neredeyse daima genelleşmiş düşünceye meyletmiştir.

Biyolog-antropolog Katherine Milton genelleşmiş zekâ için evrimsel seçilimci baskının primat grubunun yararlandığı ağaçsı bitki kaynaklarının mekânsal ve geçici düzensizliği olduğunu savunuyor (Mithen, 1999). Nitekim, davranışlarına basit öğrenme kurallarını aktarabilen primatlar yiyecek elde etme maliyetlerini düşürüp beslenme gelirlerini artırabilmek suretiyle yaşamlarını sürdürmeyi başarabilmişlerdir. Öyle görünüyor ki, yaşam alanında uyaran çeşitliliğine bağlı olarak belirsizlik ve olasılık arttıkça, doğa organizmaya genetik olarak belirlenmiş hazır tepki/davranış kalıpları sunma kapasitesinde artık daha ileri gidemeyeceği bir sınıra dayanıyor ve nihayet genetik determinizme kıyasla öğrenme ve bilinç ön plana çıkıyor. Zamanla, doğuştan gelen davranışsal alışkanlıkları artırma olasılıklarını tüketen evrimsel süreç giderek daha ağırlıklı olarak genel zekâyı tercih etmeye başlıyor. Söz konusu evrimsel eğilimin insan evrimindeki gidişatla örtüştüğünü kolaylıkla saptayabiliyoruz.

Davranışları belirlemede “determinizme karşı olasılık stratejisi”nin giderek ağırlık kazanması beynin evriminde somut yansımasını bulur. Olasılık stratejisine dayanan genel zekâ, davranışsal stratejiler arasında seçim yapabilmek amacıyla, basit maliyet-yarar hesaplarını yürütecek bilgi sürecini oluşturabilmek ve çağrışımsal öğrenme yoluyla bilgi elde edilmesini sağlamak için zamanla daha büyük bir beyne gereksinim duymuştur.

***

Fosil beyin büyüklüğü araştırmalarının öncü ismi Harry Jerison omurgalılar veya memeliler gibi daha büyük bir grubun üyesi olan bir türün beyninin, eşdeğer büyüklükteki bir başka memeli için olması gerekenden ne kadar büyük veya küçük olduğunun bir ölçüsü olacak bir endeks önerdi: Ensefalizasyon katsayısı (EQ). Bir başka deyişle, EQ, verili bir hayvanın beyninin bir standarda ( örneğin genelde omurgalılardaki, memelilerdeki ya da başka bir gruptaki ortalama ensefalizasyon derecesine) göre gelişiminin derecesidir (Dawkins, 2008).

Diğer hayvanlara göre memelilerde bu oran nispeten daha yüksektir. Öyle ki, ilk memelilerde bile beyin hacmi ortalama olarak aynı boydaki sürüngenin tam dört katıydı. Bu farkın çoğu korteksteki gelişmelerden kaynaklanmaktadır. Anlaşılabilir bir nedene dayanıyor bu durum, zira ilk memeliler çoğunlukla gece hayvanıydı. Yaşam savaşını gece verdiklerinden çevreyi tanımak, yiyecek bulmak ve yerine göre kaçabilmek için görme kadar koku, duyma, dokunma duyularının da gelişmesi gerekiyordu. Beyin hacimleri bu nedenle evrimsel süreçte sıçramalarla artış göstermiştir.

Memeli beyni, evrimsel süreç içinde istikrarlı biçimde gelişse de çoğu memeli türünde beyinlenme yani gövde-beyin kütle oranı aslında pek bozulmadı. Yalnızca primatlar bu genellemenin dışında kalır, zira primatlar, genellikle, diğer memelilerle kıyaslandığında vücut boyutlarına oranla daha büyük hacimli beyinlere sahip hayvanlardır. 65 milyon yıllık varoluş tarihi boyunca primat beyni düzenli olarak irileşti. Dolayısıyla son tahlilde bir primat türü olan insan için yüksek beyinlenme oranı milyonlarca yıl süren evrimsel eğilimin tarihsel olarak ulaştığı en ileri noktaya işaret etmektedir (Klein & Edgar, 2003). 7 milyon yıllık evrim tarihi boyunca insan beyni düzenli olarak büyüdü. Aynı süreçte vücut olarak da irileştiyse de söz konusu irileşme, oran olarak beynin büyümesinin gerisinde kaldı. Bunun sonucu olarak günümüz insanına gelene dek beyin kütlesinin vücuda oranı da arttı. Örneğin, ortalama bir primatın EQ’su 2, modern bir şempanzenin 2,6 iken modern insan için bu oran 7’dir, Homo habilis ve Homo erectus için ise yalızca 4 (Zeman, 2006).

Ancak yalnızca beynin büyümesi değildir söz konusu olan; davranışlarında genetik determinizmin yanı sıra öğrenme becerisinin de geliştiği hayvan türlerinde, birbiriyle ilişki olacak biçimdebeyin hacmindeki artışa koşut olarak beynin genetik kodlaması da nispeten azalmıştır. Nitekim evrim merdiveninden yukarılara doğru çıkıldıkça beyin hacmindeki artışa koşut biçimde organizmaların canlılığı sürdürebilmeleri için ihtiyaç duydukları donanım ve beceriler içindeki genetik determinizmin payı giderek azalmış, nihayet insan evriminde asgariye inmiştir. Böylelikle, uzun süreden beri evrimsel mekanizmanın diğer türler üzerinde sınırlı ölçüde ve temkinlilik içinde denediği yöntem insanda artık en radikal haline ulaşmış olur.

İnsan beyni aklın evrim tarihinde İsviçre ordu çakısı gibi tasarımlanmış bir akıldan bilişsel akışkanlığa sahip bir akla, özelleşmiş tipte bir akılsallıktan genelleşmiş tipte bir akılsallığa geçişteki en önemli sıçramaya işaret eder. Ortalama 1350 cc’lik hacmiyle aynı vücut ağırlığına sahip bir primatın beyninden üç kat daha büyük olan insan beyninin özellikle frontal kısmının genetik olarak programlanmamış olması insanın içsel ve dışsal uyaranlara geniş yelpazede ve mümkün davranış olasılıklarını çoğaltmaya imkân tanıyacak esneklikte tepki vermesini sağlar (Mithen,1999).

Beyindeki bu özgün yapılanmanın sonucu olarak insanda içgüdülere tabi organik özelliklerin olmaması (ya da yetersiz olması), içgüdüsel uyaranları nötralize edecek beceri ve donanımın beden dışında “kültür” biçiminde imal edilmesi; dolayısıyla organizmaya içsel değil dışsal olması, genetik-organik değil de sentetik olması insanı genetik determinizmin kıskacından kurtarıp içsel ve dışsal uyaranlara mümkün en iyi tepkiyi yaratıcılığıyla oluşturma özgürlüğünü sağlamıştır. Hayatla baş edebilmenin bu yaratıcı yolu, insana çevresini ve topyekûn hayatı kendi lehine dönüştürme imkânı tanımak suretiyle, içinde yaşadığı koşulların kısıtlayıcılığından özerkleşmesini, değişen koşullara muazzam bir esneklikle uyum sağlamasını mümkün kılmaktadır (Kızıltan, 2011a).

***

Evrimsel mekanizma aslına bakılırsa iki ayaklı insansı Australopithecuslar da dâhil olmak üzere homo cinsinin ilk örneklerine dek klasik model dâhilinde işlemeye devam etmiş, çevresel koşullarla organizma arasındaki irtibatı genetik düzeyde kurmayı sürdürmüştür. Nitekim bipedalizm, türün bazı üyelerinde  -ilkel ve acemi biçimlerde de olsa- hâlihazırda varolan ve yeni koşullara uygun olarak doğal seleksiyona uğramış bir devinim becerisidir. Oysa homo cinsinin ortaya çıkışını tetikleyen çevresel koşullarda, sahip oldukları beceri ve donanımları yetersiz ve etkisiz kalan iki ayaklı insansılar, kendilerini yaşadıkları çevrenin organik bir parçası haline getirecek, yeni koşullara uyumlarını sağlayacak genetik olarak belirlenmiş işlev ve özellikleri içeren bir organizmaya evril(e)mediler. Zira iki ayaklı insansıların genetik havuzunda, yeni habitat koşullarında kendilerini hayatta tutacak bedene içkin organik özellikler, muhtemelen, mevcut değildi.

 Hatırlarsak klasik evrimsel modelde canlılığı muhafaza etmek adına içgüdüleri yeni koşullar altında tatmine taşıyabilen organik özellikler  “doğal seleksiyon”  mekanizması aracılığıyla seçilir, söz konusu özelliklere sahip üyelerin cinsel üreme üstünlükleri aracılığıyla giderek tüm popülasyona yayılırdı; tür, organizma yapısındaki bu tadilatlar sayesinde bazen yeni bir türe dönüşmüş olarak canlılığını sürdürürdü. Oysa iki ayaklı insansılar hâlihazırda, içgüdülerini yeni koşullarda doğrudan nötralize edebilecek, genetik olarak tayin edilmiş hazır özelliklere sahip olmadıklarından doğal seleksiyon mekanizmasının seçip öne çıkarabileceği genetik bir imkân da mevcut değildi. Deniz bitmiş gibi gözüküyordu. Bu kritik kavşakta beynin büyüklüğünde salt nicel değil, asıl olarak nitel bir sıçramayı içeren “ensefalizasyon”un evrimsel tıkanmaya yeni bir açılım olarak devreye girdiğini saptıyoruz.

Muhtemelen küçük bir Doğu Afrikalı iki ayaklı insansı grubunda ortaya çıkan, beyni dönüştürecek genetik bir mutasyonun sağladığı bilişsel bazı imkânlar, yaşamda kalmayı kolaylaştırdı ve doğal seleksiyon işte bu beyinsel mutasyonu seçti (Klein & Edgar, 2003)! Bu evrimsel kavşakta insana has bir nitelik gösteren ensefalizasyon son derece çarpıcı bir işlevi içeriyordu: Yaratıcı-sembolik düşünce. Diğer hayvanların evriminde “doğal seleksiyon” mekanizması, verili habitatın koşullarına uygun organizmanın şekillenmesi lehinde işlerken, insanda ağırlıklı olarak, giderek artan beyin hacmine koşut biçimde, yaratıcı-sembolik düşüncenin gelişimini desteklemiştir.

Yaratıcı-sembolik düşünce ve onu üreten nörolojik yapı, insanın özgünlüğünü anlamak bakımından büyük önem taşır kanımca. Zira yaratıcı sembolik düşünce içgüdüsel uyarılmalara doğrudan tekabül eden, genetik olarak tayin edilmiş davranışsal tepki kalıplarını idare bilinç türünden önemli bir farkla ayrışır; insanın sinir sistemi yapılanmasında içgüdüsel uyarılmalara tabi organik özelliklerin yokluğu nedeniyle, söz konusu uyarılmaların nöral düzeyde frustrasyonu ertesinde devreye girmek suretiyle işler ve temel amacı sembolik işlevleri aracılığıyla bu frustrasyonu telafi etmektir. İşte insan denen varlığı temellendiren ve onu tüm diğer hayvan türlerinden farklı kılan düşünce formu, böylesi bir nöro-biyolojik yapılanmadan kökenlenir.

Yokluk Bilinci ve Yaratıcı-Sembolik Düşünce

İnsanî bilincin karakteristiğini oluşturan yaratıcı-sembolik düşünce, en temelde, diğer hayvan türlerinde rastladığımız genetik olarak tayin edilmiş türe özgü hazır beceri ve donanımın insan türündeki eksikliğinden hareket eder. İnsani bilinç dediğimiz olgu ise son tahlilde canlılığın her an tehdit altında olduğunun farkındalığıyla ilişkili bir yokluk bilincidir. İnsan, varlığının altındaki hiçliği, boşluğu, zeminsizliği ve dolayısıyla ölümü belki de hiçbir canlının hissetmediği kadar fark eder. Söz konusu farkındalığın aydınlık yüzü yaratıcılık ise karanlık yüzü kronik ölüm endişesi ve varoluşsal kaygıdır. İnsanoğlu doğanın kadim elinin üzerinden çekilmesiyle birlikte hayatın tekinsizlikleri karşısında korunmasız kaldığı kaygısını her an yaşar. Ölüm bilinci, bu yüzden, insani bilincin asal bileşenidir ve bir bakıma yaşamsever güdülenmeyi ateşleyen bilincin anti-kahramandır (Kızıltan & Saydam, 2012).

Kültürel gelişimi sağlayan yaratıcılık süreci aslında benliğin öncelikle yokluğu, eksikliği, hiçliği tecrübe etmesi; ölüm riskiyle yüzleşip ürpermesi ve sonrasında yaşamda kalabilmek için eksik olanın yerini tutabilecek bir başka şeyi inşa etme kapasitesine dayanır ki kanımca bu edim sembolik etkinliğin antropolojik temelini meydana getirir. Daha önce vurguladığımız gibi, insanoğlunun yaratıcı-sembolik düşünce aracılığıyla içinde bulunduğu koşullarda yaşamını sürdürmesini sağlayacak özellikleri kendi dışında, organizma ve zihnin âdeta protez bir uzantısı gibi, “kültür” biçiminde inşa eder; onu doğayla arasındaki boşluğa âdeta bir dolgu malzemesi işlevi görecek biçimde yerleştirir ve ancak bu yolla hayatta kalabilir.

İçgüdüsel Sistemin İnsanda Reorganizasyonu

Peki, genetik donanım yoksunluğu nedeniyle, nöral düzeyde, kronik biçimde frustrasyona uğrayan içgüdülerin akıbetinden haberimiz var mı?          

***

Modern içgüdü kuramı uyarınca içgüdüler, doğuştan gelen tepki mekanizmalarını harekete geçiren çevresel etmenlerin uyardığı biyolojik temelli algısal, davranışsal ve iletişimsel kalıpların hiyerarşik örgütlenmelerinden oluşan motivasyonel yapılanmalardır (Kernberg, 1992).  Lorenz (1963) ve Tinbergen (1951) yaptıkları hayvan araştırmalarında doğuştan gelen farklı davranış kalıplarının gelişimsel süreçte tekil bir bireyde örgütlenmesinin ağırlıklı olarak çevresel uyarılma tarafından belirlendiğini gösterebilmişlerdir. Hiyerarşik olarak örgütlenmiş içgüdüler doğuştan gelen yatkınlıklar ile çevre tarafından belirlenen öğrenmenin bileşimine işaret ederler. Biyolojik temelli, kalıtsal ve fizyolojik ve /veya çevresel uyarılmayla harekete geçen kesintili yapıları vardır; içsel ve dışsal uyaranlara has, genetik olarak belirlenmiş stereotipik tepkileri içerir ve türün bir üyesinden diğerine değişiklik göstermezler.

Freud, kuramsal çalışmalarında dürtüleri içgüdülerden net bir biçimde ayırmıştır (Holder, 1970).  İçgüdüden (Instinkt) bahsettiği vakit kavramı klasik anlamında kullanmıştır: Türün üyeleri arasında çok az değişiklik gösteren kesintili, kalıtsal davranış kalıpları. Freud’un içgüdü kavramı, bu haliyle, şaşırtıcı bir biçimde Lorenz, Tinbergen ve Wilson’ın temsil ettikleri modern içgüdü kuramıyla yakın paralellik gösterir (Kernberg, 1992). Dürtüleri üst örgütlenmeler olarak ele almış; kesintili olmaktan ziyade sabit güdülenme kaynağı olarak değerlendirmiştir. Önemli bir saptama olarak, Freudcu dürtü (Trieb) kavramı harekete geçirdiği davranış ve tatmin nesnesi açısından nispeten belirsiz bir itkiye işaret eder ve çok net biçimde geleneksel ve modern içgüdü kuramlarından (davranış kalıpları, doğuştan gelen tetikleyici mekanizmalar, spesifik uyaran sinyalleri vb.) ayrışır.

Dürtüsel yapılanmada, içgüdüsel yapılanmanın aksine, nöral düzeydeki içgüdüsel uyarılmalara tekabül eden genetik olarak tayin edilmiş davranışsal tepki kalıpları, insanın evrimsel kökeni dolayısıyla mevcut değildir. Dürtünün içgüdüden temel farklılığı işte bu yokluktan kökenini alır. Yalın biçimde ifade etmek gerekirse, içgüdüde uyaran-tepki bağı genetik olarak belirlenmişken dürtüde uyaran-tepki arasında genetik düzeyde oluşturulmuş kaçınılmaz bir bağlantı yoktur; tepki yaratıcılığa açıktır. 

Hayvandaki bilinç genetik olarak belirlenmiş uyaran-tepki arasındaki buluşmayı sevk ve idare etmeye yönelmişken insanda bambaşka bir aşamaya sıçrar; yaratıcı-sembolik düşüncenin işlevi uyarana yönelik müphem tepkinin bizzat inşa edilmesidir. Bu zihinsel edim insanda bambaşka duyum, algılama, akıl yürütme ve davranış tarzlarına yol açacaktır. Tecrübe ettiği içsel ve/veya dışsal uyaranı analiz etmek ve o an için “uygun” tepkiyi yaratabilmek için her türlü yaşantılama karşısında mesafe alabilen, söz konusu yaşantılamaya adeta yabancılaşarak bir başka yaşantılama düzeyinden bakabilen, “özne”liği ve “öznel”liği üretecek biçimde kendi üzerine katlanan yeni bir bilinç türünden bahsediyoruz artık. Bu açıdan bakıldığında, yaratıcı sembolik düşünce, insanda bilinç dolayımını devreye sokması bakımından yalnızca insan ve hayvan tarihi ve hatta canlı tarihi açısından değil, belki de tüm bir madde tarihi açısından son derece anlamlıdır. Zira, tarihinde ilk kez madde kendi kendinin bilincine varmaktadır.

***

Süreç ontolojik perspektiften de okunabilir pekâlâ. İnsan evriminde genetik doğanın mutlak telkinlerinden kurtulmak canlı bir varlığı bambaşka bir varoluş boyutuna taşımış; insan, dünyayla ilişkisinde belirsizliğe ve özgürlüğe açılan bir mevcudiyet olarak varlık sahnesinde belirmiştir.

Genetik determinizm, evet, uyaranları ve tepkileri belirler, sınırlandırır ama öte yandan canlıyı da bu dünyaya ait kılar. Organizma verili habitatta içgüdüleri nötralize edecek biçimde şekillenir, genetik yapı aracılığıyla çevre ve içgüdüler arasında içsel bir bağ bedene içselleşir; hayvan dünyayı “içeriden bilir”. Oysa insan, hayvana malûm olan bu “hayat bilgisi”nden mahrumdur. Evrimsel süreç ilginç biçimde varoluşsal boyutla ilişkilenir böylece; içgüdüsel uyarılmalar aracılığıyla tezahür eden bu dünyaya, refleksif yanıtlar vermekten özgürleşmiş, belirli bir durum veya koşulda başka türlü de davranabilme imkânı kazanmış ancak öte yandan içgüdülerini bu dünyada nasıl tatmin edeceğini bil(e)meyen, bu dünyayı kendine, kendini bu dünyaya yabancı hisseden, yanıtı olmayan sorularla şaşkın ve kaygılı tuhaf bir varlıktır insan dediğin.

İnsanın deneyimlediği biçimiyle dünya, tüm bu belirsizliği içinde kaygı, heyecan, heves, merak, arzu ve coşku kaynağıdır. Genetik belirlenmişliğin mutlakıyetinden sıyrılmak özgürlük, irade, seçim ve sorumluluk gibi varoluşsal meseleleri gündeme getirmiş; iyi ve kötü, doğru ve yanlış insanla birlikte tecelli etmiş, ilk kez onunla birlikte bir varlık etik bir nitelik kazanmıştır. Yaratıcılığıyla dünyayla arasında bağ kurmaya çalışacaktır bundan böyle, “hayat mektebinin”nin çok dikişli talebesi olarak dünyanın ona sorduğu sorulara asla emin olamayacağı yanıtlar arayacaktır.

İnsan Beyninin Özgün Yapısı

İnsan beyni sahip olduğu yaratıcı-sembolik düşünce potansiyeliyle doğada eşi benzeri bulunmayan bir organdır. Evrim çizgisi boyunca insan beyninin hacmi, yaratıcı-sembolik düşünceyi içeren yeni stratejiye uygun olarak giderek artmış ve içyapısı önemli tadilatlara uğramıştır.

İnsansı maymunlarla insanların beyinleri aynı temel modele göre yapılanmıştır. Her ikisi de sol ve sağ yarımkürelere ayrılır ve her yarımkürede dört lob vardır: frontal (alın), parietal (yankafa), temporal (şakak) ve oksipital (artkafa) lobları. İnsanda evrildiği biçimiyle frontal lob bilinçli düşünme, planlama, organizasyon, problem çözme gibi işlevlerden; parietal lob vücudun diğer kısımlarından gelen algıları birleştirme ve nesnelerin kullanılmasından; temporal lob ses ve koku gibi duyuların algılanmasından ve kısa süreli hafızadan; oksipital lob ise görme duyusu ile ilgili işlevlerin yürütülmesi, şekil ve renklerin algılanmasından sorumludur (Özer, 2012).

Beyin büyümesinin en önemli avantajı birçok sofistike fonksiyonun gerçekleştiği beyin korteksinin artmasıdır. Hayvanlar âleminde beyin korteksi en gelişmiş tür insandır. İki buçuk milyon yıl içinde insan beynin özellikle frontal (prefrontal korteks), temporal ve parietal loblarında gerçekleşen artış Homo sapiens’i primatlar ve hayvanlar âlemi içinde benzersiz bir konuma getirmiştir(Kaya, 2012b; Özbek, 2009a, 2010; Rose, 2008). Kuyruksuz büyük maymunlarda parietal ve temporal loblar çok küçük yapıda iken insanda oldukça irileşmiş, özellikle frontal lob kıvrımlı bir yapıya ulaşmıştır. Birçok sosyal davranışı düzenleyen ve kontrol eden frontal lob hâlihazırda primatlarda diğer memelilere oranla daha büyükken insanda en büyük boyuta ulaşmıştır (Kaya, 2012b). Bir başka açıdan kıyaslama yapmak gerekirse, insansı maymunlarda (beynin arka tarafındaki) oksipital loblar frontal loblardan daha büyük, insanlardaysa tersine frontal loblar daha büyük ve oksipital loblar daha küçüktür.

Güney ve Doğu Afrika’da bulunmuş bir dizi fosil beyinler üzerine yaptığı araştırmalarda Dean Falk çarpıcı bazı sonuçlara ulaştı. Frontal ve oksipital loblarının karşılaştırmalı büyüklüklerine gönderme yapan Falk, “Australopithecus beyni temelde insansı maymun benzeri bir düzenlemeye sahip” diyor. “En erken homo türündeyse insansı bir düzenleme görülüyor.” (Leakey, 1996). Bu saptamayı doğrulayan bir başka bulgu ise şu; Australopithecuslar’da görmediğimiz ancak homo türlerinin ilk örneklerinde itibaren beyin korteksin fronto-parietal ve temporal bölgelerinde tespit edebildiğimiz Broca ve Wernicke oluşumlarının varlığı ilk atalarımızın konuşma yeteneğini de gündeme getirmektedir (Özbek, 2000).

Doğalın İkamesi Olarak Alet ve Kültür

İnsan evriminde beyin genetik olarak belirlenmekten kurtuldukça hacimsel olarak büyümüş, yapısal olarak önemli tadilatlara uğramış, dar ölçekte alet ve geniş ölçekte ise kültür üretimi ile iç içe gelişen dil becerileri, genetik determinizmi ikame eden bilişsel sembolik yetiler olarak ortaya çıkmıştır.

Kültürü en geniş anlamıyla, insanoğlunun hayatta kalabilmek için yaratıcı sembolik bilinç dolayımıyla yarattığı “alet” olarak düşünmek yanlış olmasa gerek, zira alet (geniş veya dar anlamlarıyla olsun) son tahlilde insan için genetik donanımın yerini tutan sembolik, ikame bir donanım işlevi görür.

Alet kullanımı sadece insana ait bir özellik değildir aslına bakılırsa. İnsan dışında da birçok canlının alet kullandığı bilinir. Buna en güzel örnek Darwin’in Galapagos Adaları’nda gözlemlediği ve evrim teorisini anlatırken örneklediği ağaçkakan ispinozudur. Bu tür, besin kırıntılarını ya da böcekleri saklandıkları deliklerden çıkartabilmek için kaktüs dikenini kullanmaktadır. Ayrıca birçok primat da alet kullanır. Şempanzelerin taşlar yardımıyla kabuklu yiyecekleri kırdıkları, sopa ve ağaç dalları yardımıyla termit gibi hayvanları yuvalarından çıkardıkları, yaprakları temizlenmede kullandıkları gözlenmiştir. Tüm bu aletleri doğal biçimleri içinde veya şekillendirmek suretiyle kullanmışlardır (Baykara & Oğuz, 2005; Ambrose, 2001; Özer, 2012).

Ancak bir aleti kullanarak başka bir alet yapmak insan dışında hiçbir hayvan türünün erişemediği bir üst aşamayı temsil etmektedir (Reeves, de Rosnay, Coppens & Simonnet, 2003). Üstelik bu yaratıcı süreç tesadüfî, istisnai ve nadir olarak gerçekleşmez, bilakis insan varoluşuna içkin sistematik toplumsal bir edimidir. İnsanoğlunun doğada tutunabilmesinin temel koşulu bu toplumsal edime dayanır. Nitekim evrimsel süreçte insanın açık alanlara tümüyle uyumu ancak alet kullanımının gelişmesinden sonra mümkün olabilmiştir. İlk insanlar açısından birçok yırtıcının olduğu açık bozkırlarda yaşamak tehlikeli bir iş olsa gerekti. İnsanlar güçlü hayvanlar değildir ve ilk hominidler bugünkü modern insanlardan daha küçük boyutlardaydı. Ne güçlü pençeleri ve güçlü dişleri vardı ne de aslanlardan ya da diğer yırtıcı hayvanlardan daha hızlı koşabilirlerdi. Hayatta kalmanın yegâne yolu zaten kıt olan besin kaynaklarından kolektif bir tarzda yararlanmak için oldukça üst düzeyde örgütlenmiş ve işbirliği yapan bir topluluk oluşturmaktı. Hiç şüphesiz bu süreçte belirleyici adım çeşitli amaçlar için kullanılan taştan yapılmış aletlerden başlayarak insan eliyle yapılmış çeşitli araçların üretilmesiydi (Güleç, 2012; Özer, 2012; Woods & Grant, 2004).

İlkel iki ayaklı insansı Australopithecuslar’ın işlenmiş taş aletler yapmadıklarını biliyoruz. Sistematik alet üretimi ve kullanımı homo cinsiyle ortaya çıkmıştır. Moleküler kanıtlar doğruysa ve ilk insan türü yaklaşık 7 milyon yıl önce ortaya çıktıysa atalarımızın iki ayaklı olmalarıyla taş alet yapmaları arasında yaklaşık 5 milyon yıl geçmiş olmalı. Bu olgu iki ayaklı bir insansı maymunu yaratan evrim gücü her neyse alet yapma ve kullanma becerisiyle bağlantılı olmadığının kanıtıdır. 2,5 milyon yıl önce taş alet teknolojisinin ortaya çıkışı beyindeki yaklaşık %50’lik büyümeyle aynı döneme denk gelir.

Fosil kayıtlarındaki en eski taş alet örneği, Etiyopya Gona’da bulunan ve 2,6 milyon yıl öncesine tarihlenen Oldowan tipteki aletlerdir (Kaya, 2012a). Bu ilk aletler bir taşa  –genellikle bir lav taşı-  başka bir taşla vurularak yapılmış kaba yongalar, kazıma araçları ve baltalardı. Aldatıcı basit görünümlerine rağmen aslında son derece sofistike ve çok yönlü olan Oldowan stili aletlerin üretimi bilişsel açıdan planlamayı ve öngörüyü gerektirirken, toplumsal ölçekte asgari düzeyde örgütlenme ve işbölümüne işaret eder (Woods & Grant, 2004).

Oldowan stili aletleri muhtemelen diğer yırtıcı hayvanların avladıkları leşlerden et kesmek ve kemik sıyırmak için kullanmış olan ilk insanlar, yeni edindikleri ustalık aracılığıyla geleneksel bitkisel gıdalarına daha önce görülmemiş bollukta et ve ilik eklemeyi başardılar. İlk insanların günlük diyetlerine eti eklemeleri son derece önemli sonuçlar doğurmuştur. Beyin metabolik açıdan pahalıya mal olan bir organdır zira. Söz gelimi modern insanlarda beyin beden ağırlığının %2’sini oluşturur ama enerji bütçesinin %20’sini tüketir, şempanze beyni ise yalnızca %8’ini. Zürih’teki antropoloji enstitüsünden Robert Martin beyin boyutundaki büyümenin ancak enerji arzının artmasıyla mümkün olacağını vurgular. Martin’e göre erken homo diyetinin güvenilir olmaktan öte besin değeri de yüksek olmalıydı. Bilindiği üzere et yoğun bir kalori, protein ve yağ kaynağıdır. Etteki protein bitkilerdekinden daha yoğundur ve et tüketimi yenmesi gereken günlük yiyecek miktarını da, yemek için harcanan zamanı da üçte iki oranında azaltır. Martin erken homonun Australopithecus boyutunun ötesine geçmiş bir beyin oluşturmasının ancak diyetine önemli oranda et katmasıyla mümkün olabildiğini iddia eder (Leakey, 1996).

Sadece bu kadar değil; yüksek enerji arzı sağlayan et tüketiminin insana daha çok serbest zaman sağladığı; bu serbest zaman sayesinde insanın normalde aç karnına yakalanması mümkün olmayan büyük hayvanları yakalama fırsatı elde ettiği düşünülmektedir. Bu varsayım uyarınca, yiyecek tedarik kaynaklarının zenginleşmesine koşut olarak insan metabolizmasında enerji miktarının artması, giderek içgüdüsel uyarı ile yanıt arasına beyinde içsel bir gecikme sokma eğiliminin ilerlemesine (doğal seleksiyon yoluyla) yardımcı oldu; sonuçta bu gelişme arzuların tatmininin (doyuma ulaşmanın) ertelenebilmesi biçiminde tam insana özgü bir yetenek halini aldı (Bronowski, 2009).

Beyindeki büyümeye paralel olarak alet üretimi daha karmaşık ve sofistike bir gelişim gösterdi.1,5 ve 1,7 milyon yıl kadar önce yine Doğu Afrika’da Acheulian stili adı verilen daha gelişmiş bir başka taş alet endüstrisi ortaya çıktı. Auchelian stili kalıntılar arasında geniş kesici taşlar, kazmalar, satırlar ve iki yönlü baltalar bulunmaktadır. Bu stilin erken formları Homo erectus’a daha sofistike geç formları ise arkaik Homo sapiens’e atfedilir (Klein & Edgar, 2003).

Alet üretimindeki gelişime koşut olarak günlük yaşamda kas, kemik ve dişler gibi bedenin üstlendiği işlevleri zamanla aletler yüklendi; insan evriminde her bir homo türünde bir önceki türe kıyasla bedensel gücü ikame eden bilişsel becerilerin artışı bu eğilimi kanıtlar. Örneğin, üst yontma taş çağının modern Homo sapiens toplulukları yeni yerleştikleri bölgelere uyumlarını, arkaik bir Homo sapiens türü olan Homo neanderthal’de olduğu üzere daha çok fiziksel yönden değil kültürel yönden yaptılar. Arkaik insanların evrimsel stratejisi kas gücüne kilitlenmiş olmasına karşın, modern Homo sapiens’in uyumu daha çok beceriye dayanmıştır; giderek daha sofistike bir hal alan aletlerin kullanımı bedensel gücün yerini daha çok almıştır (Özbek, 2000; Lewin, 1999).

Dil de Bir Alettir

Nicholas Toth Kenya’daki arkeolojik sitelerde bulunan aletler üzerinde yaptığı çalışmalarında ve alet yapma deneylerinde büyüleyici ve önemli bir keşfe ulaştı. Taşların orta kısımlarındaki çakma izlerinin yönleriyle ilgili yapılan oranlamalar ilk alet yapımcıların çoğunlukla modern insanlar gibi sağ ellerini kullandıklarına işaret etmekteydi (Leakey, 1996; Zeman, 2006).

Belirli bir elin kullanılmasına dönük böylesi bir tercih diğer primatlarda bulunmaz oysa. İnsansı maymunlar tercihe göre sağ ya da sol ellerini kullanabilirler; insanlarda olduğu gibi türün tümüne özgü bir tercih yoktur, popülasyon bir bütün olarak iki eşit yarıya bölünür. Bu nedenle insanların %90’ının sağ elini kullanıyor olması onları müstesna canlılar yapar. Bu olgu, örneğin, Australopithecus’ta yoktur fakat ilk alet yapıcısı olan Homo habilis’in bilinen en eski kafataslarında bulunmuştur. Homo erectus’a gelindiğinde kanıt ezici biçimini alır (Woods & Grant, 2004). Toth’un keşfi bize evrim hakkında önemli bir içgörü sağlıyor: Demek ki yaklaşık 2,5 milyon yıl önceden itibaren homonun beyni bizim kendimizi bildiğimiz anlamda gerçekten insana özgü bir hal almaya başlamıştı.

Belli bir eli kullanmayı tercih etme olgusu el becerileri ve dil yetisiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Aslında bu ilişki hiç de şaşırtıcı değil; zira dil de son tahlilde genetik olanı ikame eden, onun eksikliğinde devreye girmiş olan sembolik bir “alet”tir. Beynin yüzeyinde hem dille hem de alet kullanımıyla ilişkilendirilen bir bölge mevcuttur. Söz konusu bölge çoğu insanda sol temporal yakınlarında yer alan yüksek bir yumru olan Broca kıvrımıdır (Leakey, 1996).

İnsanda kaba bir tasnifle sözel işlevler beynin sol yarımküresinde, mekânsal işlevler ise sağ yarımküresinde baskındır. Bu serebral yanlılık insanı aşan bir yaygınlık gösterir. Geniş yelpazedeki türlerin hemen hepsinde de sözel yetilerin sol beyin yarımküresinde toplanmış olması neredeyse evrensel bir eğilimdir. Sözel yeteneklerin sahip olduğu bu serebral asimetrinin çok derin evrimsel kökleri bulunmaktadır. Hatta bir kortekse sahip olmayan kurbağalarda bile aynı durum mevcuttur. Buradan yola çıkarak, beynin dil yetisi için serebral uzmanlaşmasının kökeninin sözel yeteneğin asimetrikleşmesi sürecine dayandığı söylenebilir.

Sözel becerilerin sol yarımkürede konumlanması yarımküreler arası büyüklük farkını da doğurmuştur; çoğu insanda sol yarımküre sağ yarımküreden daha büyüktür ve bu durum kısmen dille ilgili mekanizmanın burada yer almasının sonucudur. İnsanlarda el kullanımı da bu asimetriyle bağlantılıdır. Nitekim sağ elini kullananların çoğunda beynin sol yarımküresindeki el becerilerinin bulunduğu yer, dil becerilerinin de bulunduğu yere eşlik eder (Corballis, 2003).

İnsanların %90’ında ele ve sese dayanan işlevler beynin sol lobu tarafından yönetildiği halde iki asimetri arasında tam bir uyum olduğu söylenemez; zira dil yetisi sol beyin lobunca yönetilen az sayıda solak ve sağ beyin lobunca yönetilen az sayıda sağlak insan vardır. Yani bir insan solaksa dilin sağ yarımküre tarafından yönetilme olasılığı da o kadar fazladır. Ama yine de genelde sol yarımküreyi kullanma eğilimi daha yüksektir. Bu konuyla ilgili yapılan bir çalışmaya göre sağ elini kullananların %96’sı ve solakların da %73’ü sol yarımküreyi kullanmaktadır. Dil konusunda solakların çoğunun da sol yarımküreyi kullandığını görmek oldukça şaşırtıcı. Ancak dil yetisini beynin her iki yarımküresinin birden denetlediği insanlar solaklar arasında çok daha fazladır.  Bu sonuçlar, solaklarda dil yetisinin her iki yarımkürede de olabileceğini ama sağlakların neredeyse tümünde sol yarımkürede yer aldığını; alet üretimi, birtakım ayırt edici insanî işlevlerin insanların büyük çoğunluğunda sol yarımküreye bağlı olduğunu ima ediyor (Corballis, 2003; Skybreak, 2010)

İnsan Hiç Büyümeyen Bir Çocuktur

Australopithecus’tan Homo habilis’e geçişte beyin hacmindeki evrimsel sıçrama yalnızca toplam beyin büyüklüğünde bir artışa değil aynı zamanda beynin anne bedeninin dışında büyüyüp gelişebileceği sürede de bir artışa yol açmıştı. Bu artış, evrimsel süreçte insan yavrusunun ana rahminde gelişimini tamamlamadan erken doğmasıyla sonuçlanan bir doğum stratejisine yol açtı (Skybreak, 2010).

Erken doğumun insan evriminde en kritik ve tayin edici sonucu, içgüdüsel uyaranlar ile tepki/davranış kalıpları arasındaki genetik teması sabitlemek gibi bir işlemi içeren genetik determinasyondan beynin önemli ölçüde kurtulmuş olmasıdır. Söz konusu genetik muafiyet, insan bilinicine has yaratıcı sembolik düşüncenin nörolojik altyapısını oluşturur.

İnsan dışındaki hayvanlarda durum bilindiktir.  Hayvanın doğumda büyük ölçüde tamamlanmış olan nörolojik yapısı büyüme süreci içinde giderek olgunlaşır ve öğrenme deneyimleriyle de giderek pekişir. Nihayetinde içgüdüsel yetkinliğe ulaşan hayvanın içgüdüsel uyaranlara vereceği tepki/davranış kalıpları genetik sabitliğe oturur. Klasik içgüdüsel yapılanmada ve sair hayvanlar âleminde” yetişkinlik” denen gelişim hâli, bir bakıma, nörolojik sistem dâhilinde uyaran-tepki bağının oluşumu anlamına gelmektedir. Evrimsel geçmişi dolayısıyla insanın nörolojik yapısı bu yetkinliğe hiçbir zaman ulaşamaz, dolayısıyla denebilir ki alışıldık model uyarınca insan asla yetişkin hale gel(e)mez; hayvan gelişim parametreleri ölçeğinde her daim büyümeyen, yetişkinleşmeyen ebedi çocuk olarak kalır. Şimdi bu anlatılanları biraz açalım.

***

Eğer ortalama vücut büyüklüğü/gebelik süresi oranı insanlarda da diğer tüm primatlardaki gibi olsaydı o zaman insanın gebeliği 9 ay yerine en azından bir yıl, belki de daha uzun sürmesi gerekirdi. Kıyaslama yapmak gerekirse, insanda 266 günlük gebelik süresi ortalama 70 yıllık yaşam süresinin sadece %1’nden daha fazlasına denk gelirken, gorilin 257 günlük gebelik süresi 20 yılık yaşamının %3,5’uğundan daha fazlasına denk düşmektedir, şempanze için de bu rakamlar çok benzerdir. Homo sapiens’in daha uzak akrabalarına bakarsak; aslanın 108 gün süren gebelik dönemi yaşamının %2,5’ine denk gelmektedir, filin o etkileyici 624 günlük gebeliği ise (neredeyse 2 yıl) yaşamının hemen hemen %5’ine tekabül etmektedir (Gribbin & Gribbin, 2005).

İnsan yavrusunun erken doğmasına neden olan evrimsel değişimler, insan beyninin hacmini keskin bir şekilde artıran değişimlerle doğrudan bağlantılıdır. Birçok memelinin beyni doğumda neredeyse bütünüyle oluşmuştur. Primatlarda ise beyin gelişimi çoğu kez doğum sonrasının ilk dönemlerine kadar uzamış olsa da beyin büyük oranda tamamlanmıştır. Bir alyanaklı şebek, örneğin, doğduğunda beyni nihai hacminin 2/3üne zaten ulaşmıştır. Doğumdan bir yıl sonra en yakın akrabalarımız olan şempanze ve goril beyinleri bile yetişkin ağırlıklarının %70’ine ulaşmıştır. Oysa bir insan bebeği doğduğunda beyni son boyutunun yalnızca dörtte biri kadardır ve büyümenin devam etmesi için kemiklerin henüz buluşup kaynamadıkları geniş boşlukların (bıngıldak=fontanel) bulunduğu kafatası hala yumuşaktır (Gribbin & Gribbin, 2005).

            İnsan beyni ancak doğumun üzerinden altı ay geçtiğinde şempanzelerin beyinlerinin doğumda sahip olduğu göreli büyüklüğe ulaşır. Yaklaşık 7 ile 11 yaşları arasında %95 oranında erişkin beyin büyüklüğü oranlarına ulaşır ve geri kalan %5’lik kısmın tamamlanması yaklaşık olarak aynı zaman süresini gerektirir. Şempanze beyni ise ortalama 5 yaşında erişkin büyüklüğüne çoktan ulaşmıştır (Zeman, 2006).

Memelilerin çoğunda beyinsel büyüme bütünüyle rahim içinde gerçekleşen bir olgu olduğundan ve beyin hiçbir zaman çok irileşmediğinden doğum için sorun oluşturmaz. Daha iri beyne sahip maymunlarda büyüme beynin doğumdan sonra genişlemesine olanak verecek kadar gecikmişse de göreli gebelik süresinin değişmesi gerekmemiştir. Homo türünün atası Australopithecuslar için de benzer bir durum söz konusuydu. Oysa insanlarda beyin o kadar büyüktür ki başarılı bir doğum için yeni bir strateji gerekmiştir: Gebelik süresi genel gelişmeye oranla kısalmalı ve doğum beyin son büyüklüğünün yalnızca dörtte bir kadarken gerçekleşmeliydi (Gould, 2005).

Diğer hayvan türlerine kıyasla insan dişisi için doğum oldukça zor ve riskli bir olaydır, öyle ki kimi zaman ölüme yol açabilmektedir. Bu zorluğun temel sorumlusu iki ayaklılığa uygun olarak yapılanmış olan iskelet sistemidir. İlk insansı türlerde bipedalizm (iki ayaklılık) geliştiğinde leğen kemikleri birbirine yaklaşmış, kalça küçülmüştü. Göğüs kafesi de aynı nedenle silindirimsileşti. Bu da göğsü bele doğru inceltti. Akciğerlere yeterli yer kazandırmak üzere kaburgalar yukarı öne doğru genişledi ve göğüs kafesi günümüzdeki biçimini aldı. Leğen kemiğindeki daralma başka önemli bir gelişmeye de yol açtı: Rahim kanalı sıkışmış oldu (Klein & Edgar, 2003).

Australopithecus türlerinde söz konusu daralma beyinde anlamlı bir hacim artışı olmadığından doğum sürecini pek etkilememişti, ancak beyin Homo erectus’ta, daha sonra Homo sapiens’de muazzam ölçüde büyüdüğünde evrim çözümü beyin hacimleri yetişkin beynine ulaşmadan evvel bebeklerin erkenden doğmasında buldu; beyni bir süre daha dölütsel hızla devam edecek olan dışsal bir embriyo bir başka deyişle (Jolly, 2004).

Aslında insan evrimi sırasında dişi leğen kemiğinin açıklığı beyin boyutundaki büyümeye uyarlanacak şekilde büyümüştür. Ama bu büyümenin  –etkin iki ayaklı hareketin yapısal zorunluluklarının getirdiği-  bir sınırı vardı. Bu sınıra, yeni doğmuş bebeğin beyin boyutunun günümüzdeki değeri -385 cm3– bulmasıyla ulaşıldı. Dolayısıyla doğal seleksiyon bir taraftan dişi leğen kemiğinin çapının genişlemesini destekleme eğiliminde olmuş, öte yandan gebeliğin uzun sürmesinin ya da en azından bebeklerin doğumda çok büyük olmasının karşısında işlemiştir (Gould, 2005; Leakey, 1996).

Evrimsel bir bakış açısından baktığımızda insanların insansı maymun benzeri büyüme modelinden, yetişkin beyninin 770 cm3’ü aşmasıyla ayrıldığını söyleyebiliriz. Bu rakamların ötesine geçildiğinde beyin boyutu doğumdan sonra iki kattan fazla büyümek zorunda kalacak ve böylece dünyaya “çok erken” gelen bebeklerde ebeveynin yoğun bakımını gerektiren “acizlik modeli” görülmeye başlanacaktı. Aciz bebeklerin bakıldığı, daha büyük çocukların ise eğitildiği sosyal ortam insansı maymunlardan çok insanlara özgüdür ve yaklaşık 1,7 milyon yıl önce Homo erectus aşamasında belirginleştiği saptanmıştır (Leakey, 1996).

Yeni doğmuş insan bebeklerinin acizliğinin son tahlilde biyolojik bir zorunluluk olduğunu unutmamalı. Beyin büyüklüğü ve dişi leğen kemiğinin yapısal kısıtlamaları nedeniyle insan yavrusunun dünyaya çok erken gelmek zorunda kalmasının beynin genetik determinasyondan kurtulmasıyla çok yakından ilişkili olduğunu da hatırda tutmalı.

Neoteni

Biyologlar zamanla beyin büyüklüğünün zekâdan başka şeyleri de etkilediğini anlamaya başladılar; sütten kesilme yaşı, cinsel olgunluğa ulaşma yaşı, gebelik süresi ve yaşam süresi gibi. Büyük beyinli türlerde bu süreçlerde uzama görülür: Bebekleri küçük beyinli türlere göre daha geç sütten kesilir, cinsel olgunluğa daha geç ulaşılır, gebelik daha uzun sürer ve daha uzun süre yaşarlar (Leakey, 1996).

Primatlar genel olarak diğer hayvanların çoğuna göre yavaş gelişir. Benzer vücut boyutlarına sahip diğer memelilere oranla daha uzun yaşar ve daha yavaş olgunlaşırlar. Bu eğilim primatların evrim çizgileri boyunca devam etmiştir. İnsana gelindiğinde ise gelişimin akışı ve ritmi daha çarpıcı biçimde yavaşlamıştır. Nitekim beyinlerimiz diğer primatlara göre daha yavaş ve daha uzun süre büyür, kemiklerimiz daha geç sertleşir, dişlerimiz daha geç çıkar, çocukluk dönemimiz daha uzundur, daha geç olgunlaşırız ve daha uzun yaşarız. Ancak insanoğlu çoğu primatın eriştiği gelişim düzeylerine hiçbir zaman erişemez. Çocuk gelişimi konusundaki önde gelen uzmanlardan W.M.Krogman şöyle der: ”İnsan diğer bütün yaşam formları arasında en uzun bebeklik, çocukluk ve gençlik dönemlerine sahip olandır; yani neotenik, başka bir deyişle yavaş büyüyen bir hayvandır. Tüm yaşam süresinin neredeyse %30’u büyümekle geçer.” (Gould, 2005).

İlk insansı türlerinde genelde modern insandan daha hızlı bir büyüme ve gelişmenin söz konusu olduğu, dolayısıyla çocukluk evrelerinin daha kısa olduğuna ilişkin bulgular mevcuttur. Yaklaşık 257 iskelet üzerinde gerçekleştirilen incelemeler insansıların ortalama 17–18 yıl yaşadıklarını göstermektedir. Biyolog Barry Bogin’e (1999) göre ilk insansılar bizler gibi büyüme ve gelişme temposuna sahip değildi; büyük bir olasılıkla çocukluk evresini yaşamadan bebeklikten hemen gençlik evresine geçiyorlardı. Bu yönüyle şempanze ve gorile benziyorlardı. Yapılan bazı araştırmalar, çocukluk evresindeki tipik uzunluğun insan ailesinin biyo-kültürel evrim sürecinde nispeten geç (Homo erektus) ortaya çıkan bir biyolojik değişim olduğunu kanıtladı (Özbek, 2009b).

 İnsan gelişiminin en önemli özelliklerinden biri yavruların tamamen çaresiz halde doğmaları ve uzun bir çocukluk dönemi yaşamalarıdır. Çocukluk döneminin sonunda insanlar ergenlikte ani büyüme hamleleri gösterir ve şaşırtıcı bir hızla boy atarlar. İnsan bu açıdan benzersizdir; oysa insansı maymunlar da dâhil olmak üzere memelilerin çoğu bebeklikten doğruca yetişkinliğe geçer. Büyüme hamlesi başlamak üzere olan bir insan ergeninin boyutları yaklaşık % 25 oranında artabilir; şempanzelerdeki düzenli büyüme yörüngesinde ise ergen yetişkinliğe geçtiğinde boyutları yalnızca %14 artar (Leakey,1996).

Bogin büyüme grafiklerindeki bu farklılık hakkında psikanalitik çağrışımları bol bir yorum sunuyor. İnsan çocuklarında beynin büyüme hızının benzer olmasına karşın bedenin büyüme hızı insansı maymunlara oranla daha düşüktür. Sonuçta insan çocukları, normal maymun büyüme hızını izlemeleri durumunda ulaşacakları bedensel gelişime oranla daha küçük kalırlar.  Bogin’e göre bunun sağladığı yarar, genç insanların kültür kurallarını özümsemek için ulaşmaları gereken yüksek öğrenme düzeyiyle ilgilidir. Büyümekte olan çocukların beden boyutlarında önemli bir fark olması durumunda yetişkinlerden öğrenim alabilmeleri daha sorunsuz olur, çünkü ancak bu durumda bir öğretmen-öğrenci ilişkisi kurulması mümkündür. Oysa çocukların insansı maymun benzeri bir büyüme grafiğinin sağlayacağı boyutta olmaları durumunda öğrenci-öğretmen ilişkisinden çok fiziksel rekabet gelişebilirdi. Sonunda, çocukluktaki yüksek yoğunluklu öğrenme süreci sona erdiğinde beden ergenlikte büyüme hamlesiyle arayı kapatır. (Leakey, 1996).

***

Gelişimdeki yavaşlamanın ve hatta primatlara özgü gelişim parametrelerine göre ele alındığında gelişimsel duraksamanın insan evriminde son derece belirleyici sonuçları vardır.

Primat atalarının gelişim sürecinin genel olarak yavaşlaması yoluyla evrimleşmiş olan insanoğlu atalarının çocukluk özelliklerini korumuştur: Teknik olarak neoteni (“gençliği elinde tutan”) adı verilen evrimsel bir olgu. Homo sapiens özünde neotenik bir türdür dolayısıyla; cinsel bakımdan olgunlaşmış ama çocuk kalmış insansı maymundur, asla büyümeyen bir şempanzeye benzer (Gould, 2005, 2010).

Bir kavram olarak “neoteni” ilk defa 1885 yılında Kollmann tarafından çocuksu karakterlerin yetişkin evrede korunmasını ifade etmek üzere kullanılmıştır (Godfrey & Sutherland, 1996). Ancak 1836 yılında Johnson tarafından, neoteninin ve biyolojik gelişimin gecikmesi üzerine yapılmış bir çalışmanın varlığı da tespit edilmiştir (Rebora, 2010). 1926 yılında Bolk, Homo sapiensin cinsel olgunluğa eriştiği halde düz yüz, neredeyse çıplak deri, yuvarlak kafa, büyümüş beyin ve uzamış bebeklik dönemi gibi birçok “pedomorfik” karakteri barındıran bir primat olduğunu öne sürdü. Bu saptama tanınmış paleontolog Stephen Jay Gould tarafından desteklenmiştir. Gould (1977) Ontogeny and Phylogeny adlı kitabında bu konuyu irdelemiş ve neoteninin insan evriminde kimi karakter değişimlerini açıklayabileceğini öne sürmüştür (Kaya, 2012a).

Bolk düşüncesini diğer primatların hatta genel olarak memelilerin yalnızca çocukluk aşamalarıyla paylaştığımız etkileyici özelliklere dayandırmıştır. Listede yer alan yirmiden fazla önemli özelliğin bazıları şunlardır (Gould, 2005):

  1. Yuvarlak, şişkin biçimli üst kafatasımız – büyük beynimizin yuvası: İnsansı maymunların ve maymunların embriyonlarının üst kafatasları benzerdir ama beyin vücudun geri kalanına göre o kadar yavaş büyür ki erişkinlerde kafa kubbesi göreli olarak daha alçak ve küçük olur. Beynimiz şu andaki boyutuna büyük olasılıkla oldukça hızlı olan dölütsel büyümesini koruyarak ulaşmıştır.
  2. “Çocuksu” yüzümüz – düz profil, küçük çene kemikleri ve dişler, çıkık olmayan kaş kemeri: İnsansı maymunların yavrularında aynı derecede küçük olan çeneler kafatasının geri kalan kısımlarından daha hızlı büyür ve erişkinlikte belirgin bir ağız çıkıntısı oluşur.
  3. Foramen magnumun, yani kafatasımızın alt kısmında yer alan ve içinden omuriliğin geçtiği deliğin konumu: İnsanda omurilik boşluğu çoğu memelinin embriyon aşamasında olduğu gibi kafatasının altından aşağıya doğru açılır. Kafatasımız belkemiğimizin tepesinde yer alır ve dik durduğumuzda yüzümüz ileriye doğru bakar. Diğer memelilerde büyüme sırasında omurilik boşluğunun geriye kayarak arkaya doğru açılmasıyla bu embriyonik konum değişir. Bu dört ayak üzerinde bir yaşam için uygundur, çünkü bu sayede kafa omurların önünde yer alır ve gözler ileriye yönelir. Sıkça insanlığın işaretleri olarak sayılan üç morfolojik özellik büyük beynimiz, küçük çene kemiklerimiz ve dik duruşumuzdur. Çocukluk özelliklerinin korunması, bu özelliklerin her birinin evrimleşmesinde önemli bir rol oynamış olabilir.
  4. Kafatası kemiklerinin birleşme yerlerindeki boşlukların geç kapanması ve iskelet sertleşmesinde yavaşlama olduğunu gösteren diğer işaretler: Bebeklerimizin kafasında büyük “bıngıldaklar” vardır ve kafatası kemiklerimizin arasındaki boşluklar geç erişkinlik dönemine değin tam olarak kapanmaz. Beynimiz bu sayede doğum sonrasında genişlemesini sürdürebilir. Diğer memelilerin çoğunda beyin doğumda neredeyse gelişimini tamamlamış ve kafatası bütünüyle sertleşmiştir. İnsan rahim içinde diğer bütün primatlara oranla daha büyük boyutlara ulaşsa da insansı maymunlara ya da maymunlara göre çok daha zayıf bir iskeletle doğar. Uzun kemiklerin ve parmak uçlarının doğumda kıkırdakımsı olması insanlara özgüdür
  5. Kadınlarda dölyolunun karın yönündeki doğrultusu: İnsanlar en rahat yüz yüze çiftleşir, çünkü yapıları buna uygundur. Memelilerin embriyonlarında da dölyatağının yönü ileriye doğrudur ama erişkinlerde geriye doğru döner ve çiftleşmede erkekler dişilerin arkasına geçer.
  6. Güçlü, diğer ayak parmaklarımızla aynı doğrultudaki ayak başparmağımız: Çoğu primatın ayak başparmağı başlangıçta bizimki gibi, diğer parmaklarla aynı doğrultudadır. Ancak etkili kavrama için giderek yana doğru açılır ve diğerleriyle dik açı yapar. Yürüme işlevinde ayağı daha güçlü kılan bir çocukluk özelliğinin korunması dik duruşumuzu desteklemiştir.

***

Neoteni ile gelişimin yavaşlaması/ketlenmesi bağlantılı olduğundan, yavaşlama, evrim sürecinde ardıl türlerin erişkin yaşamına uygun atasal çocukluk özellikleri kolayca koruyabilmeleri için bir düzenek sağlar. Hatta çocukluk özellikleri, ardıl türler için olası uyumsal değişikliklerin deposu gibidir ve eğer gelişme zaman içinde önemli ölçüde gecikirse depodakiler kolayca kullanılır hale gelir. Homos sapiens’in bu neotenik avantajdan oldukça yararlanmış olduğu açıktır (Gould, 2005).

Peki, gelişimde yavaşlama ve neotenin uyuma dönük anlamı nedir? Neotenik kazanımlar dinamik doğal ve sosyal dış çevreyle aktif etkileşim içinde öğrenme kapasitesinin büyük ölçüde artmasına izin veren önemli bir gelişim gibi görünmektedir. İnsan her şeyden önce öğrenmenin ön planda olduğu kültürel bir hayvandır. Bedensel olarak belirli bir habitata uygun olarak evrimleşmiş, güçlü ya da çevik bir tür değildir. En büyük avantajı deneyerek öğrenmeye dayalı olağandışı bilişsel becerilere sahip olan beynidir. Evrim süreci içinde öğrenme sürecini pekiştirmek üzere cinsel olgunluğu erteleyerek çocukluk süresini uzatabilmiş, kültürel uyumu sürekli geliştirmek suretiyle bazı bakımlardan ebediyen çocuk kalmıştır. Ebedi çocukluğunuzun ilginç bir kanıtı da insanın tüm yaşamı boyunca -en geniş anlamıyla- oyun oynayabilen bir hayvan olmasıdır. Oysa pek çok hayvan yalnızca çocuklukta oyun oynar, erişkinliğe ulaştığında ise katı programlanmış türsel genetik örüntülere uyar

İnsana özgü yaşam stratejisi kültürü gerekli kılar; alışılmadık çocukluk ve olgunlaşma modeli ise bu gereklilikle yakından ilişkilidir. İnsan çocukları ebeveynlerine diğer hayvanlara kıyasla daha uzun süre boyunca bağımlıdır; bu durum hem öğrenme zamanının artmasını hem de aile bağlarının güçlenmesini sağlar. İnsanlık bir potansiyeldir aslına bakılırsa;  çeşitli hayatta kalma becerilerinin yanı sıra gelenekleri ve sosyal töreleri, akrabalığı ve sosyal yasaları  –yani kültürü-  içeren yoğun bir öğrenme süreci sonunda insan olunur. (Gould, 2005; 2010).

Çocuksu Beyin

Neoteninin beynin genetik determinasyondan kurtulması ile yakından ilişkili olduğunu tekrar tekrar özellikle vurgulamalı. Bulfill ve arkadaşları (2011) öğrenme ve hatırlamanın insan evriminde önemli rol oynadıklarını öne sürerler. İnsanın hayatta kalma mücadelesinde sahip olduğu en önemli iki bilişsel yeti, sofistike öğrenme ve hatırlama becerileri beyinde nöron bağlantılarını ve yeni sinapsların biçimlerinde morfolojik değişimleri gerekli kılar (Kaya, 2012a). İnsan türünün diğer primatlardan farklı olarak daha yüksek değişim esnekliğine sahip olmasının nedeni bu nöral altyapıdır.

            Araştırmacılar, öncelikle serebral büyüme sürecinin uzamasının ve bebeklik-çocukluk dönemlerindeki büyüme oranlarının beyin büyüklüğüyle ilişkili olduğu sonucunu tespit ettiler. Bireysel gelişim sürecinde nöronlar yüksek özellikte sinaptik bağlantılarla gelişir ve büyümenin erken dönemlerinde bu bağlantılar esnektir. Ancak büyüme sürecinde yeni nöron bağlantılarının tadil edilme kapasitesinde dikkate değer bir azalma görülür. Ancak bu azalma farklı sinir hücreleri için farklı zamanlarda gerçekleşir.

Birçok güncel çalışma, erişkin insan serebral korteksinin;  aerobik metabolizma, sinaptik esneklik ve faaliyet ile ilgili genler tarafından kontrol edildiğini göstermiştir. Kaliforniya Üniversitesi’nden moleküler genetik uzmanı Mehmet Somel’in öncülüğünde insan, şempanze ve makak beyinlerine ait 7958 genin, doğum sonrası gelişim boyunca sahip olduğu genetik ifadeler analiz edildi (Somel et al, 2009). Somel’in çalışması insan beyninde özellikle kafanın ön bölümüne denk gelen beyin korteksi (pre-frontal korteks) bölgesinde önemli miktarda genin yavaş olgunlaştığını belirledi. Bu çalışma sonucunda şempanze ile karşılaştırıldığında insan beyninde kimi özel bölgelerden sorumlu neotenik genlerin iki kat fazla olduğu ortaya çıktı. Üstelik neotenik değişimlerin sadece beyinde bulunan genlerin sınırlı bir grubundan etkilendiği anlaşıldı. Bu durum neotenik genlerin serebral büyüme ve gelişme ile ilgili bir eğilime sahip olduğunu açık biçimde ortaya koymuştur.

Bu sonuçlardan hareketle, erişkin insan beyninde yüksek derecede sinaptik esneklik ve hareketliliğin bu gelişimden sorumlu genlerin taşıdıkları bilgilerin değişimi ya da sayılarının artması ile ortaya çıkmış olduğu düşünülmektedir. İnsan evrimi boyunca muhtemelen uyumsal avantajları dolayısıyla, sinaptik esnekliği daha fazla olan genetik varyasyonlar seçilmiş olmalı. Öğrenme ve hatırlama yeteneklerimizi avantajlı hale getiren bu genetik ayrıcalık, yaşamın geç evrelerinde bile insan için sürekli gelişimi mümkün kılar (Kaya, 2012a).

Nice Yazlardan Sonra Kuğu Ölür

Neoteni olgusu çerçevesinde insanların cinsel bakımdan olgunlaşan ama çocukluk aşamasına takılıp kalmış insansı maymun veya asla büyümeyen şempanzeler gibi olduklarını vurgulamıştık. “Aksolotl”un hikâyesi “neoteni” olarak bilinen kuramın renkli bir kanıtını sunar (Morris, 1985). Çok büyümüş azman bir larva olan aksolotl, cinsel organı olan bir cins semenderdir; bütün ömrü boyunca bir kurbağa yavrusu niteliğinde kalmasına rağmen bu halde üreyebilmektedir.

Almanya’da Vilém Laufberger’in yaptığı klasik bir deneyde hormon enjeksiyonları bir aksolotlu o zamana dek kimsenin görmediği yetişkin bir semendere dönüştürmeyi başardı. Evrimsel biyolog Julian Huxley, daha önce yapıldığını bilmeden aynı deneyi tekrarladı. Sonuç benzerdi; deneysel olarak verilen hormonun etkisiyle büyüyen aksolotl yetişkin bir semender halini aldı. Yaşam döngüsünün kayıp son evresi geri getirilmişti.

Bu ilginç deney Julian Huxley’in küçük kardeşi romancı Aldous Huxley’in  (1939) “After Many a Summer Dies the Swan”  adlı kitabına ilhama verdi. Huxley’in İngiltere’yi terk edip California’ya yerleşmesinden hemen sonra yazdığı bu roman, ebedi yaşamın olumlu ve olumsuz yönlerini tartıştığı bir metin olmasının yanı sıra narsisizm, yüzeysellik ve gençlik saplantısı ile malûl olduğunu gözlemlediği Amerikan kültürünün bir eleştirisini de içerir (Gould, 2005; Dawkins, 2008).

Roman, ölüm korkusuna kapılan Hollywood milyoneri Jo Stoyte’un ölümsüzlük arayışını öyküler. Stoyte, parlak bir biyolog olan Dr. Sigismund Obispo ve asistanı Peter’ı sazan balıkları, timsahlar ve papağanlardaki uzun yaşamın sırlarını araştırmak üzere görevlendirir. Stoyte’un kütüphanesine 18.yy elyazmalarını kataloglaması için alınan İngiliz uzman Jeremy Pordage, bir gün Gonister Kontu V. Earl’ün tuttuğu eski bir günlükte müthiş bir şey keşfeder. Yaşlı kont ebedi yaşamın sırrını öğrenmiştir (çiğ balık barsağı yemek gerekmektedir) ve en önemlisi öldüğüne dair herhangi bir kayıt da yoktur.

Bunun üzerine Stoyte ve Obispo birlikte apar topar İngiltere’ye giderler. Stoyte, kontun hâlâ hayatta ve 200 yaşında olduğunu öğrenir. Kontun korunaklı konağına zorla giren Stoyte ve Obispo’nun karşılaştıkları manzara şaşkınlık vericidir: Kont ve sevgilisi birer maymuna dönüşmüştür. “Büyüyecek zamanı bulabilmiş fetüs aşamasında bir insansı maymun” der Obispo. Gördükleri karşısında korkuya kapılan Stoyte, Obispo’yu omuzlarından tutup şiddetle sarsar,”Ne olmuş bunlara?” diye sorar dehşetle. “Sadece zaman” diye yanıt verir neşeyle Obispo. Kahkahalarla kendinden geçen alaycı Dr. Obispo, Stoyte’a yarın sabah balık barsağı yemeye başlayabileceğini söyler. Bu sırada dört ayaklı, kıllı ve itici bir maymuna dönüşmüş olan kont, bir Mozart aryasının bozuk versiyonunu homurdanırken kımıldamadan oturduğu yerde döşemeye işer (Gould, 2005; Dawkins, 2008).

Evrim ve Ruhsallık İlişkisine Dair

Yazı boyunca izini sürdüğüm temel varsayımımı tekrar etmem gerekirse, kanımca, insanoğlunun “doğal trajedi”si, diğer hayvanlarla benzer içgüdülere (beslenme, savaş-kaç, üreme, vb.) sahip olmasına rağmen benzersiz evrimsel tarihinin sonucu olarak dünyayla arasındaki organik uyumsuzluk nedeniyle söz konusu içgüdüleri tatmine taşıyacak yeterlilikte, bedene içkin “organik ego”dan yoksun olmasıdır.

            İnsanda içgüdülere tâbi organik bir egonun olmaması; içgüdüsel uyaranları nötralize edecek beceri ve donanımın (bir bakıma egonun) organizmaya içsel değil de dışsal olması, genetik-organik değil de kültürel-sentetik olması biyolojik evrende onu biricik kılan ve insan yapan ontolojik koşuldur. Söz konusu ontolojik koşul, insanda diğer tüm hayvanlara kıyasla farklı bir ruhsal yapılanmayı ve işleyişi ortaya çıkarır. İçgüdüsel gereksinimlerin organik acizlik nedeniyle organizma düzeyinde kronik biçimde frustrasyona uğraması; tatmin için bilincin aktif müdahalesine ve kültürün dolayımına ihtiyaç duyması insan ruhsallığını şekillendiren nöro-biyolojik temeldir; ruhsal olgu, süreç ve yapıların oluşumuna temel teşkil eder.

Ama lafı çok uzattık, bu önemli kısmı gelecek sayıya bırakmak üzere şimdilik burada duralım.

KAYNAKÇA

AMBROSE, H. S. (2001). Paleolithic technology and human evolution. Science, 291:1748-

           1753.

BAYKARA, İ & OĞUZ, M. T. (2005). İnsanın evrimsel gelişiminde önemli bir aşama:

           Oldowan aletler, Oldowan öncesi alet yapımı. Antropoloji, 21: 59-88.

BOGIN, B. (1999). Patterns of Human Growth. Cambridge: Cambridge University Press.

BRONOWSKİ, J.(2009). İnsanın Yükselişi: Türümüzün Biyolojik ve Kültürel Evrimine

         Renkli Bir Bakış(A. Göker, Çev.). Ankara: Say Yayınları. (Özgün eser 1973 tarihlidir).

BRYSON, B. (2004). Hemen Her Şeyin Kısa Tarihi. (H. Balkara, Çev.). İstanbul: Boyner

          Yayınları. (Özgün eser 2003 tarihlidir).

BULFILL, E., AGUSTÍ, J. & BLESA. (2011). Human neoteny revisited: The case of synaptic

           plasticity. American Journal of Human Biology, 23: 729-739.

CHILDE, G. (2004). Kendini Yaratan İnsan. (F. Ofluğlu, Çev.). İstanbul: Varlık

          Yayınları. (Özgün eser 1936 tarihlidir).

 ———— (2006). Tarihte Neler Oldu?. (A. Şenel ve M. Tunçay, Çev.). İstanbul:

          Kırmızı Yayınları. (Özgün eser 1942 tarihlidir).

COPPENS, Y. (1994). East side story: The origin of humankind. Scientific American,

          270: 88-95

CORBALLIS, M.C. (2003). İşaretten Konuşmaya: Dilin Kökeni ve Gelişimi. (A. Gürey,

           Çev.). İstanbul: Kitap Yayınevi. (Özgün eser 2002 tarihlidir).

DAWKINS, R.(2004). Kör Saatçi. (F. Halatçı, Çev.). Ankara: Tübitak Popüler Bilim

           Kitapları. (Özgün eser 1986 tarihlidir).

—————(2008). Ataların Hikâyesi: Yaşamın Kökenine Yolculuk. (A. Fethi, Çev.).

            İstanbul: Hil Yayınları. (Özgün eser 2004 tarihlidir).

DITFURTH, H.V. (2007). Bilinç Gökten Düşmedi..: (V. Atayman, Çev.). İstanbul:

         Cumhuriyet Kitapları. (Özgün eser 1976 tarihlidir).

ERTAN, H. (2008). Biyolojik evrimin beslendiği kaynak: Genetik çeşitlilik. Bilim ve

          Gelecek Dergisi, 47: 6-12

GODFREY, L.R. & SUTHERLAND, M.R.(1996). Paradox of peramorphic and

         Paedomorphosis: Heterochrony and human evolution. American Journal of Physical

         Anthropology 99: 17-42.

GOULD, S.J.(1977). Ontogeny and Phylogeny. Harvard University Press.

—————–(2005). Darwin ve Sonrası. (C. Temürcü, Çev). Ankara: Tübitak

        Popüler Bilim Kitapları. (Özgün eser 1977 tarihlidir).

 ————-(2010). Pandanın Başparmağı: Doğa Tarihi Üzerine Düşünceler. (Ü.Tansel, Çev.).

          İstanbul: Versus Kitap Yayınları. (Özgün eser 1980 tarihlidir).

GRIBBIN, M. & GRIBBIN, J. (2005). İnsan Olmak. (S. Gökoluk. Çev.). Ankara: Dost

          Kitabevi Yayınları. (Özgün eser 1998 tarihlidir).

GÜLEÇ, E. & KAYA, F.(2007). İnsan evriminin kısa tarihi. Bilim ve Gelecek Dergisi,

       39: 42-54.

GÜLEÇ, E.(2012). Taş alet yapımcıları, teknikleri ve paleolitik çağ kültürleri. Bilim ve

         Ütopya Dergisi, 215: 17-26.

HOLDER, A. (1970). Basic Psychoanalytic Concepts of the Theory of Instincts, H. Negara

         (Haz.) içinde,  Instinct and Drive (s. 19-22). New York: Basic Books.

HUXLEY, A. (1939). After Many A Summer Dies The Swan. New York: London: Harper

JOLLY, A. (2004). Lucy’nin Mirası: İnsanın Evriminde Cinsellik ve Zekâ. (N.Özsoy,  Çev.).

          İstanbul: Kitap Yayınevi.(Özgün eser 1999 tarihlidir).

KAYA, F. (2012a). Neden dik yürüme, büyük beyin ve kılsız beden?. Bilim ve Gelecek

          Dergisi, 95:36-48.

————-(2012b). İnsan beyninin genetik kökeni. Bilim ve Gelecek Dergisi, 100: 37-

           41.

KERNBERG, O.F. (1992). Aggression in Personality Disorders and Perversions. New Haven

         and London: Yale University Press.

KIZILTAN, H. (2011a). Narsisizm ya da ruhsallığın ontolojisi. Doğu Batı Düşünce Dergisi

         56:55-83.

 ————–(2011b). Homo unplugged. Psikeart Dergisi, 17: 32-37.

 ————–(2011c). Arzuhal. Psikeart Dergisi,18:12-17.

KIZILTAN, H. & SAYDAM, M.B.(2012). Ölmek-korku ve tevekkül. Psikeart Dergisi, 12:

          40- 47

KLEIN, R.G. & EDGAR, B. (2003). Uygarlığın Doğuşu..:(Y. Saltuk. Çev.). İstanbul:

          Epsilon Yayıncılık. (Özgün eser 2002 tarihlidir).

LANGANEY, A., CLOTTES, J.,GUILAINE, J.& SIMONNET, D.(2000). İnsanın En Güzel

           Tarihi. (E. Çaykara, Çev.). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. (Özgün eser

            1999 tarihlidir).

LEAKEY, R.(1996). İnsanın Kökeni. (S.Gül, Çev.). İstanbul: Varlık Yayınları. (Özgün

          eser 1994 tarihlidir).

LEWIN, R. (1999). Modern İnsanın Kökeni. (N. Özüaydın, Çev.). Ankara: Tübitak Popüler

           Bilim Kitapları .(Özgün eser 1993 tarihlidir).

LORENZ, K.(1963). On Aggression. New York: Bantam Books.

MITHEN, S.(1999). Aklın Tarihöncesi. (İ.Kutluk, Çev.). Ankara: Dost Kitabevi. (Özgün eser 1996 tarihlidir).

MORRIS, D. (1985). Çıplak Maymun. (N.Yavuz. Çev.). İstanbul: İnkılâp Kitabevi. (Özgün eser 1967 tarihlidir).

ÖZBEK, M. (2000). Dünden Bugüne İnsan. Ankara: İmge Kitabevi

—————(2009a). Darwin yılında insan evrimine genel bir bakış. Bilim ve Gelecek

          Dergisi, 63: 14-21

 ————–(2009b). Atalarımızın ataları, Bilim ve Gelecek Dergisi, 69: 14-26

————–(2010). İnsanın Tarihöncesi Evrimi. İstanbul: Bilim ve Gelecek Kitaplığı

ÖZER, İ. (2012). Beynin ve elin evrimi. Bilim ve Ütopya Dergisi, 215: 27-32

REBORA, A. (2010). Lucy’s pelt: When we became hairless and how we managed to

          survive. International Journal of Dermatology, 49: 17-20.

REEVES, H.,DE  ROSNAY J., COPPENS, R. & SIMONNET, D.(2003). Dünyanın En Güzel

          Tarihi.(İ.Birkan, Çev.). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. (Özgün eser

          1999 tarihlidir).

ROSE, S. (2008). 21.Yüzyılda Beyin. (L.C. Yılmaz, Çev). İstanbul: Evrensel Basım

         Yayın. (Özgün eser 2005 tarihlidir).

SKYBREAK, A. (2010). Evrim Bilimi ve Yaratılış Efsanesi: Neyin Gerçek ve Neden Önemli

           Olduğunu Bilmek. (B. Çelik, Çev.). İstanbul: Yordam Kitap. (Özgün eser 2006

           tarihlidir).

SOMEL, M., Franz, H., Yan, Z., Lorenc, A., Guo, S., Giger, T., et al. (2009). Transcriptional

             neoteny in the human brain. Proceedings of the National Academy of Sciences of the

             United States of America, 106: 5743-5748

TINBERGEN, N. (1951). The Study of Instinct, içinde, An attempt at synthesis, (s.101-127).

             New York: Oxford University Press.

WOODS, A. & GRANT, T.(2004). Aklın İsyanı: Marksist Felsefe ve Modern Bilim.

          (Ö.Gemici ve U.Demirsoy, Çev.). İstanbul: Tarih Bilinci Yayınevi.(Özgün eser 1995

          tarihlidir).

ZEMAN, A.(2006). Bilinç Kullanım Kılavuzu. (G.Koca, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları. (Özgün eser 2004 tarihlidir).

[*] Kızıltan H.(2012). Ruhsallığın Evrimsel Kökeni. Suret Dergisi,1, 209-255.