Ölmek
Ölüm başından itibaren insanoğlunun en temel endişesi olagelmiştir. Öyle ki tüm diğer endişeleri ölüm endişesinin türevi veya seyreltilmiş hali olarak değerlendirmek mümkün. İnsan günü geldiğinde öleceğini bilen, bu dünyada geçici bir varlık olduğunun bilincinde olan yegâne canlıdır. Bu farkındalık onda sonsuz bir endişe ve güdülenme yaratır. Tekil olarak insan yaşamı, genel olarak ise insanlık tarihi ölüm endişesine karşı yaşamda kalmanın zorlu ancak hayranlık uyandırıcı serüvenine tanıklık eder. Ölüm endişesiyle güdülenen insanoğlu, tarih boyunca, ölümü yenmenin, ölümsüzlüğe ulaşmanın, olmadı geciktirmenin yollarını aramıştır. ÖLÜM: “BACK TO BLACK” Canlılık evrenin uzun tarihinde nispeten yeni bir olgu. Yaklaşık 15 milyar yıl önce yoğunlaşıp sıkışmış maddenin patlaması sonucu gerçekleştiği tahmin edilen “Büyük Patlama”nın hemen ardından evren uzun sürecek derin bir uykuya dalar. 3,5 milyar yıl önceye gelindiğinde yeryüzünde yaşam ilk örnekleriyle beraber belirir. Bilebildiğimiz kadarıyla ilk kez, madde inorganik durumu gözeten “entropik ilke”yi aşar, “negantropik” bir varlık haline sıçrar. Sonraki adımında ise canlılığını sürdürebilmek amacıyla “negantropik durumu” tahkim edecek enerjiyi tedarik etmek, biriktirmek, korumak, dolayısıyla kendisi ve dışarısı arasında sınır tesis etmek üzere örgütlenmeye koyulacaktır. Bu açıdan bakıldığında, tüm bir canlılık evrimi, “ölümün enerjisi” entropiye karşı “yaşamın enerjisi” negantropik örgütlenmenin gelişimi, pekişmesi olarak görülebilir. Ancak her şeye rağmen nafiledir canlı maddenin uğraşı; ölüm önünde sonunda yaşamı bir karadelik gibi içine doğru çeker, madde bir müddet oyalandığı organik halden aslına iade olur. Yaşamın tek yapabildiğiyse ölümün kaçınılmaz ve kesin zaferini geciktirmektir. Maddenin evriminde en son evreyi temsil eden insan, maddenin kendisiyle ilişkisinde yeni bir hali temsil eder; bilincin insanlık durumuna has yetileri sayesinde kendini anlar, anlamlandırır, kendi gizlerine nüfuz eder, bu gizleri keşfederek hayatta kalmak için refleksif tepkilerin kısıtlayıcılığından özgürleşerek yaratıcı, yeni tepki tarzları oluşturur. Kendinin, yaşamın, evrenin farkına varan insanoğlu ölümün de farkına varır; canlılığın bir gün gelip yitip gideceğini, yaşam ırmağının nihayet ölüm deniziyle birleşeceğini fark eder… Ve endişelenir. ÖLÜM ENDİŞESİ Canlılığın başka hiçbir türüyle kıyaslanamayacak denli kendinin farkında olmak insani varlığa hayatın bir armağanıysa şayet, ölümün kendisi için nihai kader olduğuna dair ölümlülük bilinci, söz konusu armağanın bedeli olmalıdır; cesaretle hesabı verilecek veya ödememek için köşe bucak kaçılacak bir bedel. Aslına bakılırsa ölüm kaygısı tüm varlığımıza içkin ve yaygın da olsa genellikle günlük yaşamımızın bir parçası değildir; zira ruhsallığın ölüm endişesi karşısındaki ilk refleksi onu inkâr etmek olacaktır her zaman. Olağan hallerde ruhsallığın en derinlerinde ham ve en yoğun ve en vahşi haliyle bulunur, çıplak haliyle nadiren hissedilir. Gregory Zilboorg (1943) ölüm korkusundan bahsederken, ”Eğer bu korku sürekli olarak bilinçte kalsaydı normal olarak işlevlerimizi sürdüremezdik. Rahat bir şekilde yaşayabilmemiz için uygun bir şekilde bastırılması gerekmektedir” der. Ölümün, zaman ve mekânda tespit edilebilir bir nesneye yansıtılmak suretiyle benliğe dışsallaştığı ve böylece mücadele edilebilir, kaçınılabilir -ve belki bir umut- alt edilebilir olabileceğine dair yanılsama insan ruhsallığına özgü temel bir savunmadır. Rollo May (1977) bu bağlamda kaygının durmaksızın korku olmaya çabaladığını ileri sürer. Ruhsal aygıt öncelikle aslında hiçbir somut nesneye bağlı olmayan, nesneye aşkın ölüm kaygısını “hiçbirşey”den “birşey”e dönüştürerek nesnelleştirir. Yansıtma ve somutlama yoluyla ölüm kaygısı konumu ve zamanı belirgin, görünebilir dolayısıyla savunulabilir bir korkuya indirgenir. Eğer hiçlik korkusunu belirli bir şey veya kimseden duyulan korkuya dönüştürebilirsek ölüm kaygısını yansıttığımız nesneden (ve güya bu sayede ölümden) kaçınabilir, onu uzağımızda tutabiliriz. Bu yolla aslında ölümün dışsal değil varlığa içkin olduğunu, kişinin kendi ölümünü hücrelerinde taşıdığını, tam da bu nedenle asla kaçamayacağı gerçeğini inkâr edebilir, bir süreliğine de olsa sığınılabilecek güvenli bir benlik alanı yanılsamasına kapılabilmek mümkün hale gelir. ÖLÜLERDEN VE ÖLÜMDEN KAÇIŞ Ölüm bireysel planda olduğu kadar toplumsal planda da inkâra yönelik savunmalarla yaşamın dışına itilmeye çalışılır. Ölüme dair tüm hatırlatıcılar bireylerden ve toplumdan uzakta tutulur, ölüm ve ölü dışlanarak yaşam sahası ölüm gerçeğinden “temizlenmek” istenir. Fransız düşünür Jean Baudrillard (1976) çok yıllar evvel ilginç bir saptamayla mezarlıkların ilk gettolar olduğunu dile getirmişti. Kültürden kültüre farklılıklar gösterseler bile tüm ölüm törenlerini bir bakıma ölüyü ve ölümü birer dışlama hareketi, bir yabancılaştırma efekti olarak görmek mümkün; zira toplumsal insan zihninde tüm bu ritüeller bir yanıyla ölünün ve ölümün anormal ve tehlikeli olduğunu, kendisinden uzak durulması gerektiği algısını açığa vurur. Ölmüş olanı, ölümün tatsız gerçeğiyle hayatlarını gölgelemek istemeyen “yaşayan insan”ların uzağına sürgün eder (Bauman, 2000). İnsanlar bulaşıcı hastalığı olan, “sapkın” ya da toplumsal statüko açısından tehdit ve tehlike arz eden kişilere uyguladıkları muamelenin bir benzerini ölüye de uygularlar; ölüyü uzakta tutmak suretiyle ölüm endişelerinden kurtulduklarını zannederler. Ölüler tıpkı karantina koğuşundaki hastalar, akıl hastanelerindeki “deliler” ya da hapishane duvarlarının ardına tıkılmış suçlular gibi mezarlıklarda gözetim altında tutulurlar, böylece yalnızca göz önünden değil aynı zamanda zihinden de uzaklaşıp yok olacakları varsayılır. Ancak dışarı atılmaya çalışılan her şey gibi ölüm de gelip aksine benliğe musallat olur. Bir tecrit mekânı olarak mezarlıklar hastaneler, “tımarhane”ler ya da hapishaneler kadar bile emniyetli değildir; hortlaklar, cinler, perili evler, felaket ve korku filmleri mezarlık duvarlarının ne denli geçirgen olduğunun birer kanıtıdır sanki! (Bauman, 2000) *** Fransız tarihçi Philippe Ariés ( 1991) “Batılının Ölüm Karşısındaki Tavırları” adlı kitabında Batı uygarlığının ölüme bakışının Ortaçağ başlarından 19.yy’ın ortalarına değin fazla değişmediğinden söz eder. Bu bin yıla yakın süre içinde ölüm insanlar için tanıdık bir şeydir. Bu yüzden ölüm döşeğindeki kişinin de katıldığı kamusal bir tören, bir toplu ayin olarak yaşanır bu dönem boyunca ölüm. İnsanlar yakınlarının ölümüne olduğu kadar kendi ölümlerine de yabancı değildirler. Evlerinde ölürler; odalarına çocuklar dâhil bütün yakınları girebilir. Adı geçen kitapta Ariés ölümün bu tanıdıklığının değişimin hikâyesini anlatır. 18.yy’ın sonuna doğru şehirlerde ilginç bir değişim yaşanacaktır. Kişinin kendisinin değil de başkasının ölümünün önem kazanmasıyla birlikte ölüm romantik bir dille anılmaya başlar. Ölen kişinin sözcük ve davranışları daha önce olmadığı kadar önem kazanır. Gösterişli bir dekorla kuşatılmıştır ölüm; kişisel bir kült haline getirilmiş, adeta aşırılaştırılmıştır. Ariés’e göre 18.yyın sonunda başlayıp bugüne kadar süren bu tavır kaynağını Hıristiyanlıktan çok pozitivizmde bulur. Yurtseverlikle, milliyetçilikle birlikte gelişen bu ölüm kültü ölümün yüceltilmesini, duygusallaştırılmasını ancak öte yandan sinsi biçimde doğallığından uzaklaştırılmasını içerir. Mezarlıkların kapladığı alan büyümüş, cenaze törenleri, mezar ziyaretleri, matem kıyafetleri ve kabirler daha gösterişli hale gelmiştir. Ölümün bu aşırı görüntüsünün aslında bir körelmeyi gizlediğini ileri sürer Ariés. Sonunda bu etkileyici dekor yıkılınca ölüm artık adlandırılamaz olmuştur. İnsanın tevekkülle karşıladığı tanıdık bir son ya da romantik dönemde olduğu gibi dramatik bir simge olmaktan çıkacak, adlandırılamayacak kadar korkunç, dahası utanç