Sol Memenin Altındaki
Karanlık Zamanlar1930 Eylül’ünde Almanya’da Nazi partisi Reichstag seçimlerinden ezici bir zaferle çıktı. Adolf Hitler’e ve partisine iktidar yolunu açan bu zafer, çıplak kötülüğün yıllarca sürecek kanlı saltanatının belki de ilk habercisiydi. 7 Aralık 1930 tarihinde Arnold Zweig’e yazdığı mektupta Sigmund Freud geleceğe dair karamsarlığını gizleme gereği duymayacaktı: “Karanlık zamanlara yaklaşıyoruz. Geç yaşımın kayıtsızlığı sayesinde belki bunun için endişe duymam gereksiz ancak yedi torunuma acımaktan kendimi alıkoyamıyorum.” (Quinodoz, 2006). Yaklaşık bir yıl önce yayınlandığında büyük bir ilgiyle karşılanan ve kısa bir süre içinde birçok dile çevrilen Uygarlığın Huzursuzluğu kitabı tüm karamsar tonuna rağmen umut dolu bir sonla bitiyordu oysa. İnsanlığın kaderini belirleyecek olan asıl soru, uygarlığın, birlikte yaşamayı tehdit eden yıkıcı dürtülerden kaynaklanan saldırılarla baş edip edemeyeceğidir, diyordu. İçinde bulunulan tarihsel döneme dikkat çekiyor, doğal güçler karşısında elde edilen hâkimiyetin marifetiyle, insanların birbirini tümden ortadan kaldırmalarının işten bile olmadığını vurguluyordu. Ancak Eros ve Ölüm (ya da yaşam içgüdüleri ile ölüm içgüdüleri) arasındaki ezeli ve ebedi savaşta, Eros’un rakibi karşısında kendi üstünlüğünü gösterebileceğini umut edebileceğimizi söylüyordu her şeye rağmen (Freud, 1999 [1930]). Hitler’in iktidarı ele geçirmesinden sonra, Freud, kitabın 1931 baskısında bitişe şu final cümlesini ekleme ihtiyacı hissetti: “Ama zaferi ve sonucu kim önceden kestirebilir ki?”.1938 Mart’ında Hitler Almanyası Avusturya’yı ilhak etti. Birkaç hafta sonra paha biçilmez değere sahip psikanalitik yayınevi Verlag saldırıya uğrayıp tahrip edildi. Giderek artan Nazi tehlikesi karşısında Ernest Jones ve Prenses Marie Bonaparte başta olmak üzere tüm kaygılı dostları Freud’a ülkeyi terk etmesi yönünde ısrarlı çağrılarda bulunmaya başladılar. İngiliz ve Amerikan diplomatların başını çektiği uluslararası kampanya Freud’un ülkeden ayrılmasına izin vermeleri için Alman ve Avusturyalı otoriteler üzerinde oldukça etkili bir baskı oluşturdu ve nihayet 3 Haziran 1938’de Freud, karısı Martha ve kızı Anna Londra’ya gitmek üzere Viyana’yı terk ettiler; ancak Freud’un çıkış izini alamayan dört kız kardeşi geride kaldı, birkaç yıl sonra bir Nazi kampında öleceklerdi (Quinodoz, 2006). Eros ve Tanatos’un Ezeli ve Ebedi SavaşıFreud (1999, [1930]) uygarlık ile dürtüler arasındaki bağdaşmaz karşıtlığın içyüzünü ve akıbetini araştırdığı Uygarlığın Huzursuzluğu kitabında, uygarlığın toplumsal bütünlüğü ve esenliği korumak adına libidinal ve agresif dürtüleri ketlediğini ileri sürer. İnsan cinselliğinin uygarlık tarafından kötü muamele gördüğünü ve nihayetinde önemli birer mutluluk kaynağı olan aşkın ve cinselliğin değerini azalttığını öne süren Freud’a göre uygarlık, cinsel nesne seçimini karşıt cinsle sınırlamakla kalmaz, genital cinselliğin dışında kalan tüm tatmin biçimlerini, cinsel sapkınlıklar olarak yaftalamak suretiyle yasaklamaya çalışır. Geriye kala kala üremenin hizmetinde heteroseksüel, genital ve tek eşli aşk kalır.Cinsel dürtülerin doğrudan tatminini ketlemekle yetinmeyen uygarlık, agresif dürtüleri de dizginlemeye çalışır. İnsanda güçlü bir agresif eğilimin varlığına işaret eden Freud, insanın, sevgi peşinde koşan, yalnızca saldırıya uğradığında kendini savunan nazik bir yaratık değil, bilakis, saldırganlığa, yıkıcılığa ve vahşete eğilimli son derece yırtıcı bir tür olduğunu belirtir. Örneğin, onun için yanı başındaki komşusu, başı sıkıştığında yardımına koşacak biri ve/veya muhtemel bir cinsel nesne olmanın ötesinde, yeri geldiğinde saldırganlığını üzerinde tatmin edeceği, rızası olmaksızın cinsel açıdan kötüye kullanabileceği, malını mülkünü gasp edeceği, işgücünü karşılığını sunmadan sömürebileceği, aşağılayıp işkence edebileceği ve nihayet öldürebileceği birisidir aynı zamanda: Evet, insan insanın kurdudur! Koşullar elverişli hale gelip de agresyonu denetim altında tutan erotik kökenli ruhsal güçler devreden çıktığında saldırganlık zincirlerinden tüm azgınlığıyla boşanır ve insan denen varlık, merhamet nedir bilmez vahşi bir canavara dönüşür (Freud, 1999 [1930]). Yaşamın ve tarihin tüm acı ve kanlı deneyimlerinden sonra, diye meydan okur Freud, kim bu söze karşı çıkacak cesareti gösterebilir ki? Evet, gerçekten kim?Uygarlık insanlar arası ilişkileri tahrip etmesi kuvvetle muhtemel bu zorba eğilimi denetlemek için oldukça yüklü karşıt enerjiye gereksinim duyar; ahlaki, dini, etik, yasal vb. standartlar geliştirmek yoluyla agresif itkilere sınırlar koymaya çalışır. Gerçi, dünyanın ve memleketin şu an içinde bulunduğu hazin duruma bakarsak bu uğurdaki çabaların yeterince başarılı olduğunu söylemek güç. Üstelik hâkim politik-toplumsal iklim agresif dürtüleri baskılamaktan ve insancıl biçimlere yüceltmekten ziyade en yıkıcı ve en ham haliyle kışkırtmaktan ve azdırmaktan yana ne yazık ki. Freud’un iyimserliğini paylaşıp uygarlığın zamanla gereksinimlerimizi daha çok tatmin edecek biçimlere evrileceğini ümit etsek bile, bu beklentimizin temenniden öteye geçmeyebileceğini hatırda tutmakta yarar var. Bu gerçekçi ihtiyat boşa değil; zira insan ruhsallığının nasıl işlediğine dair farkındalığımız bizi boş bir umuttan alıkoyuyor. Ruhsal coğrafyada, insanları libido/sevgi temelinde bir araya getiren ve uygarlığın hizmetinde iş gören Eros ile ölüm dürtüsünün türevi olan agresif ve yıkıcı eğilimler arasında bazen birinin alta düşüp diğerinin üste çıktığı, seyri ve akıbeti belirsiz, mutlak bir zaferden uzak -ama madem hayat devam ediyor, demek ki Eros’un burun farkıyla önde götürdüğü- ezeli ve ebedi bir savaş ara vermeksizin sürüp gitmekte çünkü.Peki, Freud’un ölüm dürtüsünün temsilcisi olarak addettiği saldırganlık ve nefret nereden türer? İnsan ruhsallığındaki yıkıcılık ve vahşetin, hasedin ve hırsın, doymak bilmez açgözlülüğün, şehvetin ve şiddetin, velhasıl bilcümle kötülüğün o pek “verimli ve uğursuz” kaynağı nerede yuvalanmıştır? Bu “kötücül” ve tahripkâr dürtü neden bu derece güçlü ve enerjik, neden bu denli ısrarcı ve ihtiraslı ve dahası nasıl oluyor da bir türlü alt edilemiyor? Bireysel ve toplumsal açıdan optimal koşullar sağlandığında agresif dürtünün insan ruhundan silinmesi, yarattığı yıkımların acı hatıralarıyla beraber günü geldiğinde tarih sahnesinden çekilmesi mümkün olabilecek mi acaba?İnsan ruhunun derinliklerine nüfuz edebilmemizi sağlayan psikanalitik incelemeler yukarıdaki sorulara ilginç bazı yanıtlar sunar. Mesela agresyonun ölüm dürtüsünden kaynaklandığını savlar; iyilik ve kötülüğün ortak bir kökensel nesneye sahip olduğunu, vicdan ile meme arasında bir tür ilişkinin var olabileceğini öne sürer. İnsandaki kötücüllüğün kaynağının en empatik annenin, en insancıl kültürün düzeltici etkilerinin erişim alanı dışında bir yerlerde konuşlanmış olduğunu ima eder dahası. Bu nedenden ötürü, insan ruhunun karanlık ve kötücül doğası, iyi bir ebeveynlikle, etkili bir psikoterapiyle veya umutlu bir devrimle giderilemeyecek cinsten bir tür kader gibi görünür. Eğer bu tespit doğruysa, insan için süreklilik arz eden iyicil, mutlu ve huzurlu bir hayat kelimenin gerçek anlamıyla hayaldir maalesef. Dolayısıyla, iyiliğin kötülüğe mutlak galip geleceği bir Armaggedon asla olmayacak, ruhsal ve dünyevî ütopya hep bir rüya ülkesi olarak kalacaktır. Ancak yine de bir başka teselli edici seçeneğin varlığı mevcut görünmekte: Libidonun agresyona, sevginin nefrete, iyiliğin kötülüğe ve nihayet vicdanın zulme baskın geldiği, madem kötücüllüğü tümden ortadan kaldırmak mümkün değil o halde denetim altında tutulduğu ruhsal bir iktidar ilişkisinin iç dünyada –ve elbet toplumsal bir muadilinin dış dünyada – kökleşmesi. İmkânsız olandan feragat edip mümkün olanla yetinmek durumundayız demek ki.